Öz Ortodoksluk doktrinleri ve emanetleri

KİTAPLAR

 

Aziz Altınağızlı Yuhanna’nın Hayatı

Arapça Aslından Türkçeye
Tercüme Eden
Peder İspir Coşkun Teymur
Mersin Ortodoks Kilisesi Ruhani Reisi   2006

 

ÖNSÖZ / Íçindekiler / Altınağızlı Kostantiniye’de

 

    

Altınağızlı Aziz Yuhanna ve Antakya’daki Kilise Hizmeti Tarifeski

Altınağızlı Aziz Yuhanna’nın kilise hizmetleri çağdaşları olan diğer ruhanile- rin hizmetlerinden cevher açısından farklıdır.Bilindiği üzere Altınağızlı’nın yaşa-mının ve hizmetinin büyük bir bölümünü geçirdiği, İsa’dan sonraki dördüncü yüzyılın ikinci yarısı, büyük teolojik mücadelelerin yaşandığı bir asırdır. Bu asır-da hristiyanlar genellikle yalnız teologlar değil fakat teolojiden ziyade dünyevi bilimlerden habersiz olanlar da ihtilaflı olan dinsel konuların çözümüne ilişkin bilgilenmeyi kendileri için en sevimli iş olarak görürlerdi. İmanın anlatılması ve savunulması ile görevleri icabı sorumlu olan kilise ruhanileri de, dikkatlerini teo-lojik gerçeklere ve sorunlara yönelttiler. Zira hizmetlerinin ilk amacının, yaşadık-ları zamandaki bu teolojik sorunların çözümü olduğunu varsayarlardı.

Hâlbuki Altınağızlı, kendine ayrı bir program tasarladı, o da edebi vaaz idi. O asırda edebi vaazlar dini vaazlar gibi zaruri idi. Zira Antakyalılarda göreceğimiz gibi Hristiyan âlemi, edebi ilkelerden vazgeçip Hristiyanlık dininin esaslarını ih-mal etti ve çirkin işlerin kızgınlığına daldı. Dördüncü asırda, hristiyanların iç ya-şamları putperestlerin yaşamlarına benziyordu. Altınağızlı bu konuda << Hristi-yan topluluklarda gerçek hristiyan bulmak zordu>> diyordu.

Hristiyanların ahlakı ve adetleri ve ahlaki anlayışları esaslı bir reforma muh-taçtı. Altınağızlı, kendini bütünüyle bu hizmete tahsis eden ilk ruhani idi.

Evet, Aziz Büyük Basiliyos ve özellikle teolog Aziz Gregoryos vaazlarında, çoğunlukla hristiyanların yaşam biçimlerinin Hristiyanlık dininin isteklerine uy-madığı hususunda dikkatleri çekerlerdi. Ama vaazları Hristiyanlık inancının özel bir şekilde anlatılması olup ve teorik görüşlerin konuya hâkim olması nedeniyle de toplumun edebi eksiklikleriyle mücadelede arzu edilen başarıyı getirmemek-teydi.

Aziz Altınağızlı bütün gayretini hristiyanların ahlaki hayatlarına ve iç yaşam-larına ve karşılıklı ilişkilerine yöneltmiş olduğundan ahlaki öğretilerde onları etkileyebilen tek vaiz olabilir. Altınağızlı, kendi özel düşüncesi ve benliği ile bir çoban idi. Bu nedenle, bütün inayetini cemaatine ve ahlaki yaşamlarına yöneltti. Ve bütün yaşamını ve gücünü cemaatinin ahlaki ıslahına adadı. Bunun için Kili-senin bütün pederlerinden ayrı olarak <<Hristiyanlık ahlakının vaizi>> diye ad-landırılmalıdır. Tek hedefi çağdaş hristiyan topluluklarını yalnızca terbiye etmek değil, ahlaki yaşamda yenilemektir. Bunun için halkı, Hristiyanlık dininin ruhuna aykırı olan davranışlardan arındırmak ve yaşamlarını İncilin ahlak ilkeleri esas-larına göre bina etmeye gayret etti. Altınağızlı bu amaçtan asla vazgeçmedi. Ve ahlaki eğitimden başka kendine bir hizmet edinmedi.

Bu nedenle Altınağızlı, inanç sistemlerini öğreten bütün çağdaş pederler ör-neğini takip etmedi, kendine yaşam öyküsünde göreceğimiz gibi fiili bir hizmet seçti.

Altınağızlı Aziz Yuhanna, Miladi 347 yılında doğdu. Ve Allah ona, fiili hiz-met ve özellikle de ahlaki eğitim vaizliği için gerekli akli mevhibeleri vermişti. Ve o derin bir akli feraset, ender görülen zihni çabukluk ve çevresindeki her şeyi kontrol edebilme yetisiyle sivrildi. Güzel bir hafıza, ahlaki eğitimdeki gerekli özellikler Altınağızlı’nın sahip olduğu akli özelliklerdi. Buna ek olarak sahip ol-duğu özellikten kaynaklanan ve fikirlerini cazip bir yol ile açıklama yeteneğini söyleyebilirim.

Konuşma mevhibesi en önemli yeteneği idi. Bu yeteneğine rağmen inanç sistemi öğretimine meyilli değildi. Çünkü bu alandaki eğitim, teorik düşünmeyi gerektiriyordu. Oysa Allah Altınağızlı’ya güzel ve açık düşünmeye eğilimli bir akıl ihsan etmişti. Bu nedenle kendini kendiyle sınırlayıp yalnız kendi için yaşa-yamıyordu. Kendi özelliğinden dolayı dış hayata ve başkaları arasında ve başka-ları için çalışma yapmaya meyilliydi. Altınağızlı’nın, sosyal hayat ve bu hayatın mutluluğu için çalışma hususundaki ısrarlı gayesi buradan çıkmıştır ve bu özel-liğiyle de sivrilmiştir. Kendine önem vermemesi ve kendine ait menfaatleri unut-masının sebebi budur. Cemaatine söylediği şu sözlerden de açıkça görülmekte-dir: <<Ben yalnız sizin için ve sizin kurtuluşunuza verdiğim önem için yaşıyo-rum>> Buradan onun sosyal bakışı anlaşılmakta ve doğruluğa olan eğilimi ona gençliğinde ve yaşlılığında sadık dostlar edinmeyi sağlamıştır.

Altınağızlı’nın ahlakı ve akli mevhibelerinin tamamen uygun şartlarda geliş-mesi şansı mümkün olmuştur. Yetiştiği çevre ve edindiği terbiye ve içinde yaşa-dığı cemiyet onun doğal yeteneklerinin ve kişisel eğilimlerinin kendi şahsiyetine ve çalışma yaşamına uygun bir şekilde gelişmesine yardım ediyordu.

Antakya, Suriye’nin başkenti ve Altınağızlı’nın doğum yeri ve rahip rütbesiyle ruhani hizmetlerinin merkezi idi. Ve halkı şeref mertebesi ve zenginlik bakımından iki kesime ayrılırdı. Birinci kesim, Makedonya’dan göçüp burayı fetheden ve şehri kuran Yunanlılardı ve bunlar yerel servete sahip Eşraf tabakasını oluştururlardı. İkinci kesim ise şehrin fakir, yorgun ve yenilmiş Suriyeli halkıydı. Her iki kesim de Altınağızlı’nın zamanına kadar bağımsızlıklarını korudular. Ve dördüncü yüzyıla kadar öncesinde olduğu gibi farklı durumlarında kaldılar ve genellikle imtiyaz sahibi zenginler Yunan asılıydı. Ve fakirler de Suriyelilerdendi. Altınağızlı’nın zamanına kadar çoğunluğu aralarında kendi dilleriyle anlaşırlardı, zira hepsi Yunanca dilini tamamen anlarlardı. Bunlar ne kadar hor görülse de ne kadar kıt gelirli ve esnaf olsa-lar da güven, çalışma sevgisi ve dua etme ve tahammülkar olmakla bilinirlerdi. Fakat Makedonyalı göçmenler ise hızlı ve hareketli huylarla bilinseler de çalışmaya eği-limli değillerdi.

Yunanlılar yerli Suriyelilerin yumuşak huylu ve çalışmaya meyilli olmalarından yararlanarak, Suriyeliler hesabına tembel bir hayat sürdüler ve zevk ve eğlenceye teslim oldular. Şehrin kuruluşundan birkaç on yıl geçtikten sonra yani ikinci halife Lantiyohos Epifanis döneminde Filistin’den gelen Yahudilerden oluşan üçüncü bir kesimin temeli kuruldu ki bunlar şehirdeki Tüccar ve esnaf tabakası idi. Ve bu taba-ka, birçok yerden gelen göçmenlerin ve şehirde zevk ve eğlence hayatına kapılmış olanların hesabına zenginlik ve kısmetlerini aramak için gelenlerin katılımıyla yavaş yavaş büyümeye başladı. Doğunun başkenti olmaya başlayan Antakya şehrine muh-telif yerlerden ve kesimlerden insanlar gelmeye başladı. Tüccar ve sanat erbabından ayrı olarak birçok sebeplerle daimi veya geçici yerleşmek amacıyla gelenler de var-dı. Bunlardan bazılarını, bu şehirdeki eğlence hayatının kendi bölgelerinde bulunan-lardan daha fazla olması cezp etmişti. Bazıları da Antakya’ya çalışmak ve zanaatla uğraşmak veya hizmet ve benzeri işlerle uğraşmak için gelmişti. Bu nedenle An-takya’da birçok yöreden değişik sosyal konumlu değişik menşeli yaşam biçimi muhtelif çalışmaları ve huyları değişik birçok çeşitli insana rastlamak mümkündü. Bu sebeple şehir işsizlik ve tembellikle ve aynı zamanda çalışma ve gayretlerle kay-nıyordu. Böylesi bir şehirde doğan, Hristiyanlık ahlakının sancağını taşıyan ve gele-cekteki vaizi olan Altınağızlı’nın, insanların ahlakını araştırmak ve çağdaş yaşamın tam bir araştırmasını yapmak için seyahat yapmaya ihtiyacı olmaması büyük bir önem arz eder. Bütün bunlar onun doğum yerinde bir arada toplanmıştı. Bütün gö-rüntüleriyle güçlü bir yardımcı gibi, çağdaşlarının yaşamı sanki bir arazide gömül-müş ve patlıyordu. Böyle bir durumda herhangi bir kişide o çağın gerçekleriyle tanı-şabilirdi. Kaldı ki Altınağızlı gibi çok dikkatli öğrenmeye meyilli, her an ve her adımda muhtelif kesimlerden değişik durumlarda ve görüşlerde ve huylarda olan insanlarla karşılaşıyor ve öyle bir zekâya sahipti ki süratle en ince ve en uzak görün-tüleri inceliyor ve çağdaşlarının yaşamlarını ve durumlarını ve tercihlerini, ihtiyaç ve eksiklerinin ve karşılıklı ilişkilerini ve toplu olarak esaslı bir bilgi edinmek Ahlak öğretmeni ve ahlaki terbiye sancağını taşıyan için öğrenmenin gereğidir. Bu etki altında, bu hizmetin ehemmiyeti fikrine yalnız kendisi ulaştı.

Altınağızlı, Antakya’da doğması nedeniyle yüksek tabakaya mensuptu. Babası Saykond, Suriye Ordusu başkanının birinci yardımcısıydı. Oğlunun doğumundan iki yıl sonra öldü. Annesi Ansosa oğlunun terbiyesi görevini üstlendi ve bu inayet onu Hristiyanlığın büyük ahlakının vaizi olmaya hazırladı. Ömrünün ilk yirmi yı-lını kesintisiz olarak annesinin yakınında geçirdi. Bütün ahlaki sıfatlarının en gü-zellikleriyle gelişmesini yalnız annesine borçluydu. Bütün bu yıllarda vaftiz ol-mamıştı. Fakat gerçek bir hristiyan olan annesinin ona çocukluğundan beri Kitabı Mukaddesi öğretmesi ve sevdirmesi sayesinde yüksek ahlaklı yaşamında ve inan-cında gayretli bir hristiyandı.

Terbiye yollarını araştırıp ortaya koydu ve dünyanın aldatmacalığından bekle-diği her şeye karşı güçlü bir koruma oluşturdu. (Gelecekteki faydalarına da kefil olmakta) O, zenginliğin varisi olan tek adamdı. Eylem sahasına onu ilk yönlen-diren şahıs annesi Ansosa idi. Yumuşak huylu bir yaratılışla süslü olan Ansosa bununla birlikte mahir bir faaliyet kadınıydı. Genç yaşta dul kalmasına rağmen gelecekten korkmadı, kocası Saykond’un ölümünden sonra bıraktığı birçok em-lak ve zenginliği kendisi idare etmeye başladı.

Bu işler zeka,akıl,emek ve faaliyet ister. Büyük evi içerisinde (Kendi beyanına göre) birçok özgür hizmetçileri arasında gerçek bir hanımefendiydi. Kendisine teslim edilenleri ölen kocasının yakınlarının açgözlülüklerinden koruyabildi. Zira onlar kocası Saykond’un bıraktığı zenginliklerden faydalanmak istiyorlardı, ayrı-ca sivil otoritelerden gelen saldırılara da cesaretle karşı koydu. Buradan, Altın-ağızlı Azizin sadık, hikmet sahibi deneyimli bir annenin idaresinde oldun ve faal bir insan olarak gelişmesi gerektiği açıktır. Kişiliğiyle faal bir hayata meyilli ol-duğu ve gelecekte de anlaşılacağı gibi annesi Ansosa oğlunu sosyal toplum içinde faydalı hizmetler için hazırlamıştır.

Altınağızlı yirmili yaşlarda evrensel bilimleri öğrenmeye başladı. Yaşamının bu döneminde, annesinden başka kişiler onun kişiliğini etkilemeye başlar. Ama en büyük tesir yine annesinin idi. Bu zamanlar da bütün Hristiyan okulları Kral Yulyanos’un emri ile kapalı idi. Hristiyanlar evrensel bilimleri öğrenmeleri için çocuklarını putperestlerin okullarına ve öğretmenlerine göndermek zorunda kaldılar.

Hristiyanlardan zeki düşünceliler çocuklarını, putperest öğretmenlerin, onları putperest inanca cezp etmelerinden korktukları için çocuklarını yirmi yaşlarından önce bu okullara vermiyorlardı. Ve Ansosa da oğlunu bu yaşa kadar kendi terbiyesi altında bulundurdu ve onu ancak Hristiyanlık inancı içine tam yerleştikten sonra putperest öğretmenlere teslim etti. Antakya’da en güzel okul Libanyos Okulu idi. Altınağızlı bu okulun talebelerine katılır. Bu okulun ilk eğitimci ve lideri de kariz-matik, samimi, vatansever Libyanos’un kendisiydi. Yulyanos’un hararetli dostu idi. Onunla birlikte putperest dininin tekrar geri gelmesini hayal ederlerdi. Ve bu amaca yönelik bir okul kurdu, yeni gelişimin putperestlik ruhu üzerine terbiye edilmesi amacına yönelik bir okul idi. Ve kendisi de putperestler arasında onur ve doğruluk ilkeleriyle tanınmış birisi olduğundan, onu dinleyenlerden, putperestlik inancının eksikliklerini saklamak istemiyordu. Ve putperestliğe ilişkin savunma-larında, onların gözü kapalı bu inanca katılmalarını kastetmiyordu. Ve putperest-liğe samimi bir saygı duyardı. Dini ve ahlaki ilkelerden ziyade görkemli geçmişin buna bağlı olması ve bu temele dayanarak doğan ve himayesinde gelişen bilim ve teknik için putperestliğe saygı duyardı. Onu dinleyenlerin dikkatlerini bu yöne çekerdi. Cezbeden derslerinde putperestliği en mükemmel görüntülerle temsil et-meye çalışırdı. Öldüğü güne kadar bu eğitimi sürdürmesine rağmen bu konudaki başarısı düşüktü. Bu işlerinde kendisine yardımcı seçmek amacıyla talebelerini dikkatle izlerdi ve kendisinde zekâ ve güç bulduğu öğrencilerine özel bit ihtimam gösterir ve onları özlemini çektiği putperestliğin yenilenmesi hedefine hazırlardı.  Bütün öğrenciler arasında yalnız Altınağızlı Libanyos’un dikkatini çekmişti, O’nda yalnız kendisine yardımcı olacak değil fakat kendisine halife olabilecek yetenekler görmüştü. Libanyos Altınağızlıdaki tanrı vergisi hitap etme yeteneğinden emin olunca, bütün özenini bu yeteneğin yüksek dereceye gelişmesi hedefine yöneltti ve bunda büyük başarı elde etti. Altınağızlı’nın, düzgün konuşma konusundaki ders-leri öğrenmek üzere bütün benliğini vermesi Libanyos’a bu konuda yardımcı ol-muştu. Ve öğretmeni Libanyos’un eli altından meşhur bir konuşmacı olarak çıktı, o kadarki öğretmeninin tanıklığına göre asrının iftiharı olacak derecedeydi. Liban-yos’un İmparator Birinci Valentinyanos’a yazdığı övgüde Altınağızlı için söylediği sözler şöyle: <<İmparatoru bu şekilde yüceltmeyi başaran yazar mutludur. Ama böylesi müthiş bir yazarın bulunduğu çağda hükmeden imparatorlarda mutludur.>> Ancak Libanyos esas hedefi olan ve putperestlik inancı algılamasından sonra Altınağızlı’nın kendi okulunda kendisinin halefi olması isteğine erişemedi. Altın-ağızlı özünde hristiyan olarak kaldı. Annesinin etkisi, öğretmeninin etkisinden daha güçlüydü. Ve Libanyos hristiyanların Altınağızlı’yı kendisinden kaçırdık-larını açıkladığında Altınağızlı'nın annesinin kedisine karşı galip geldiğini itiraf etti. Bu kaçırma olayında en etkili faktörün Ansosanın etkisi olduğu şüphe götür-mez. Doğrusu şöyle söylenmeli: Annesi Altınağızlı’yı kaçırmadı ama eli altından kaçmasına izin vermedi. Ve öğretmeni Libanyos’a onu kaçırma fırsatı vermedi. Bu nedenle onun için doğru bir söz söyledi: Acayip Kadın (Müthiş). Ve Libanyos’u özellikle hayrete düşüren şey annesinin oğluna olan etkisi ve ona verdiği terbiye idi. Ansosa oğlu üzerindeki büyük etkisinden emin olmasaydı,oğlunun eğilimleri herkesçe bilinen Libanyos’un okuluna girmesine izin vermezdi. Altınağızlı’ya ve gelecekteki hatiplik işlerine Libanyos’un etkisi gayet açıktır. Kısaca Libanyos’un Altınağızlı’nın onunla beşeriyetin yenilenişini tekrarlamaya azimli olduğu bir sistemi kemale erdirmiş olduğunu söyleyebiliriz.Tarihçiler, Altınağızlı’nın öğret-menleri arasında Filozof Andragasosun adını zikrederler. Ama bu filozofun kişi-liği hususunda, Libanyos’un okulunda bir eğitimci mi yoksa başka bir özel okuldan mı olduğu konusunda ve bu filozofun Altınağızlı üzerindeki etkilerinden söz et-mezler. Ancak sonradan gelen bazıları, bu filozofun özellikle nesnelerin açık bir şekilde tarifi ve anlaşılması ve onlar hakkında isabetli hükmün verilmesi ve dü-şüncelerin kolay bir yol ile anlatılması konularında Altınağızlı üzerinde etkili olduğunu söylerler. En doğrusu bu durumların gelişmesini öğretmeni Libanyos’a atfetmektir. Çünkü düzgün konuşma ve hitabet öğretmeniydi. Zira bu özellikleri ile tatlılaşan ve bunları kendisinden sonra hitabet sanatında halefi olmasına uğraştığı öğrencisine anlatmada geri kalmadı. Mademki Andragasyos öğrencisine felsefe sevgisini ve onun büyüklerine saygıyı özümsetemedi, Altınağızlı üzerindeki etkisi, basit felsefi bilgileri edindirmekten ileriye gitmesi mümkün olamaz.Altınağızlı’nın filozof Andragasyos’un derslerinde hazır bulunmasının yalnızca felsefe dersleri için olmayıp belkide kültürlüler nezdinde yüksek bir mertebe işgal eden bu konular hakkında cahil kalmamak için bulunduğu ihtimalini de uzak tutmamak gerek. Eğer Andragasyos Libanyos’un okulunda felsefe öğretmeni idiyse Altınağızlı onun derslerine okulun programı uyarınca katılmıştır. Çünkü program öğrenciye bunu zorunlu kılar. Bu durumda Andragasyos’un Altınağızlı üzerinde hiçbir etkisi olamaz. Keza, Altınağızlı’nın hayatını yazan eski tarihçilerin yazılarında da buna ait bir işaret bulamıyoruz.

Altınağızlı evrensel eğitimini tamamladıktan sonra avukatlık mesleğine katıldı. Bu mesleğin, gelecekteki vaizlik hizmetine ilişkin güzel sonuçları vardı. Çağdaş hayatı yüz yüze tanımayı bu meslekle elde etti. Bu mesleğin gereği insan topluluk-larının arzuları, ihtiyaçları, eksiklikleri ve zulümlerini öğrenmek zorundaydı. Ve özel bir şekilde, şehirde tanınmış bazı şahısların ihtiyaçlarını ve zulümlerini öğren-di. Bundan ayrı olarak da mesleği kendisine, güçlü ve zenginleri baskısı karşısında ezilenlerin ve yoksulların savunucusu olmayı öğretti. Güzel hatipliği açısından bu onun için en iyi tecrübe idi. Ancak bu meslek az kalsın onun ahlakını zedeleyecek-ti. Zira avukatlık mesleği icabı yüksek tabakayla tanışmak onlarla bağlantılı olmak zorundaydı. Bu da onun laik bir yaşama dönmesinin sebebi olacaktı. Eğlence me-kânlarından tiyatroya ve başkalarına yönelmeye ve neredeyse kutsal kitabı öğren-mekten korkmaya başladı. Evet, bunun sonuçları Altınağızlıya fayda sağladı. Zira bu sayede insanın kendi deneyimi ile dünyanın hilelerine karşı koymanın ne kadar zor olduğunu anlayabilme imkânına sahip oldu ve ahlaki bozulmaların sebeplerinin gizlenmiş olduğu bu yerleri tanımasını kolaylaştırdı. Ve aynı zamanda Altınağızlı-nın ahlakını da korkunç bir tehlikeye düşürdü ancak mutlu bazı olaylar sayesinde bundan kurtuldu ve başka şartlar vasıtasıyla da bu kurtuluşa sahip olabildi zira uçu-rumun kenarındaydı. Altınağızlı’nın ince ahlaklarıyla bilinen sadık dostları vardır. Ona ricayla ısrar da bulundular. Ve bu halinin sebep olacağı geleceğini düşünmeye başladı. Altınağızlı’nın doğru yola dönmesini dostlarına bağlayan tarihçiler, annesi Ansosa’nın oğlunun bu korkunç yaşamına ilişkin herhangi bir itirazından bahset-mezler. Annesi Ansosa oğlunun bu yaşamdan dönmesinin, onu bu yaşam biçimine cezbeden yüksek tabakayla olan bütün bağlarının kopması anlamına geldiğini şüp-hesiz biliyordu. Ve aynı zamanda onun bugün bulunduğu yere varmasının sebe-binin onların olduğu ortaya çıkıyordu. O bozulmuş çağda eğlence hayatı, yüksek tabaka için yaşamın gereklerindendi. Bu yaşamdan uzak kalmak, eşrafın muhitin-den çıkma ve onların saygısından yoksun kalma anlamındaydı. Hizmetleri sayesin-de edindiği mevkiyi kaybetmekte işin cabasıydı. Altınağızlı’nın başına gelenlerde bunlardı. Bu yaşamdan uzaklaşmak, Altınağızlı'yı  avukatlık mesleğini terk etmek zorunda bıraktı. Annesi Ansosa bu durumu istemiyordu. Mümin bir hristiyan ve güçlü bir anne olduğu halde oğlunun bu gidişatına itiraz etmiyordu. Kaçınılması mümkün olmayan kötülüklere razı oluyordu çünkü oğlu insanlara yararlı şeyler sunuyor ve onun sahip olduğu faydalı ve yüksek mertebeyi gördükçe yaraları büyük bir teselli ile doluyordu. Ama Altınağızlı’nın dostlarını bu tür düşünceler etkilemiyordu. Çünkü onlar, avukatlık mesleğinin kaybedilmesinin Altınağızlı’nın sahip olduğu yetenekler yanında bir anlamı olmadığını ve mahkemelerdeki savun-ma görevinin Altınağızlı’nın gücünü daralttığını görüyorlardı. Bu nedenle ona bu yaşamdan uzaklaşması için nasihatte bulunmaktan korkmuyorlardı. Ve onlarda Ansosa gibi onun bu yaşamdan uzaklaşmakla, yüksek tabaka için bir yabancı gibi olacağını ve bununla da dünyevi mertebelerde yükselmesi için yardımcı olacak bütün yolları kaybedeceğini de biliyorlardı. Tarihçiler bu dostların, Altınağızlı’yı yalnız bu hayattan uzaklaştırmaya çabalamakla kalmayıp, ona dünyevi hizmetleri tamamen terk etmeyi de süslediklerine tanıklık ediyorlar. Çünkü onlar, böylesi nadir görülen tanrı vergisi yeteneklere sahip birisinin dünyevi hizmetler yerine ruhani hizmetler vermekle insanlığa büyük yararlar sağlayabileceğine inanıyorlar-dı. Ve ona ya Antakya Kilisesi ruhaniler sınıfına katılmayı veya rahipliğe geçmesi hususunda nasihatte bulundular. Rahipliğe girmesi konusunda en iyi arkadaşı Basi-liyos özel bir şekilde gayret ediyordu. Fakat Annesi Ansosa oğlunun rahipliğe gir-mesini istemiyordu. Ve görüleceği gibi bunun ölümünden sonraya kalmasını arzu ediyor ve onu baba evinde kalmaya ikna etmek için devamlı ona şöyle hitap edi-yordu: <<Bedenimi toprağa verdikten sonra uzak yerlere ve denizlere istediğin gibi açılabilirsin>> ve açıkça ona <<O zaman rahipliğe girebilirsin>> demiyordu. An-laşılan odur ki Ansosa için oğlunun rahip olmasını düşünmek zordu. Ve Altınağızlı Yuhanna annesini üzmek istemediğinden onun evinde kaldı. Dünyevi hizmetleri bıraktıktan kısa bir süre sonra, Antakya Episkoposu Melatyos’a yakınlaştı ve sıkça ona gidip geliyordu. Bu Episkopos’un etkisi ve annesinin arzusunu yerine getirmek isteğiyle Melatyos’un eliyle vaftiz oldu.Altınağızlı’nın gelecekteki hizmetleri konusunda haber veren Beladyos’un nasihati ile Melatyos, Yuhanna’nın gelecek-teki ruhanilik görevini kendi ruhanileri içinde hazırlamaya başladı ve onu zorda olsa okuyucu sıfatı ile Antakya Kilisesi görevlileri arasına almayı başardı.

Yuhanna, ruhaniler sınıfına girmesinden sonra Teoloji eğitimine başladı. Bilin-diği gibi o zaman bugünkü bilinen şekliyle teoloji eğitimi ile ilgili okullar yoktu. Ama ruhaniler muhitinde yaşamak ruhani hizmetlere hazırladığı gibi ilahiyat bilimini edinmek içinde iyi bir okuldu. Burada yaşamlarını ruhani hayata adamış olan gençler yetenekli ruhanilerin kontrolünde terbiye ediliyor ve başkalarını Hristiyanlık bilinci ve iman ruhuyla nasıl terbiye edeceklerini öğreniyordu. Altın-ağızlı döneminde Antakya ruhanileri, güzel bir düzene ve bilgi kapasitesi ile yük-sek ahlaklı birçok ruhaniye sahip olmakla ün saldı. İkinci guruptan Melatyos’un kendisi şöhret sahibi oldu. Fakat bu ruhani çalışmayı söz söylemekten çok ve iba-deti de hatiplikten daha çok severdi. Ve Altınağızlı onun için şu tanıklığı yapar: <<O kâmil olan iyilikler adamının timsali idi>> Ve Antakya ahalisi ona kutsallığı nedeniyle saygı duyardı. Adının dahi söylenmesi anında yürekleri sevinçle dolardı. VE herkes oğlunun Melatyos adıyla çağrılmasını isterdi. Çünkü bunun aile için süs ve bu ismi taşıyan herkes için bir mutluluk ve kurtuluş sembolü olduğuna inanırlar-dı. Ve bu sevilen episkoposun adının yüzüklere, pullara, kupalara ve evlerin duvar-larına yazıldığı görülürdü. Ve Melatyos’un Antakya halkı üzerindeki büyük etkisi-ni ispat için şunu söyleyebiliriz: Antakya sakinlerinin birçoğu Aryos inancından dönüp Melatyos’un Ortodoks olması nedeniyle Ortodoksluğa girdiler. Ve bu ruha-ni liderlerinin gerçeğin ve güzel tapınmanın büyük savunucusu olduğuna inanırla-rdı. Sapkınlıklara yönelmekten vazgeçmek için Melatyos’un Antakyalılara kendi görüşünü ilan etmesi yeterliydi. Altınağızlı’nın belirttiğine göre Melatyos hatipliği olmayan fakat eğitimde sadık bir kişiliği olan bir ruhani idi.Yani maharetli bir çoban gibi eğitimi iyiydi. Ve yalnızca terbiye için yararlı olan şeyleri konuşurdu.

Tarihçiler, bu yüksek ahlaklı dini liderin yaşamında faziletli hayata ne kadar saygılı olduğunu izah eden iki olayı zikrederler. Liderlik hizmetlerine başlar başla-maz ahlaki eğitim yoluyla halkı etkilemeye başladı. Ve bu sayede onları gerçek iman eğitimine çekiyordu. Tarihçi Tiyodoris ve Sozomin, Melatyos’un Antakya Episkoposluk tahtına çıktığı gün kralın vermiş olduğu emir gereği kendisi ve diğer episkoposların, Süleyman’ın Meselleri kitabının 8/22–23 ayetleri hakkında irtica-len bir vaaz vermeleri gerekirdi. Bu ayetler hikmetin yaratıcılığından bahsederdi. Ve bu ayetler yüzünden Ortodokslar ve Aryos taraftarları arasında şiddetli mücade-leler olmuştu. Hatta bu ayetlere ilişkin mücadele Kutsal Kitabın bütün ayetlerine ilişkin çıkan mücadelelerden daha çetindi. Konferans konusu olarak tespit edilen konular net olarak inanca ait akidesel olmalarına rağmen, imparator özellikle kon-feransı aynı amaca yönelik olan bu abidesel konuya münhasır olmasını sağladı. Episkopos Melatyos konuşmasına, Mesih’le olan içsel birliğe ilişkin ve hristiyan-lıkta ahlaki yaşamın temeli olan ahlak kurallarına ait fikirlerle başladı. Dinleyici-lerin bu konuda gönüllü ve dikkatli olduklarını görünce inanca ait konulara geçti. Ve burada, dinleyicileri tecrübe yöntemleriyle algılanamayacak konulara yönel-memeleri hususunda basit yollarla ikna etmeye yoğunlaştı. Aziz Melatyos Antakya Episkoposluk tahtına çıkarken bu yöntemi takip ederken, imparator ise ondan inanç akidesini açıklamasını talep ediyordu. Dinleyicilerde ondan bunu bekliyorlardı. Çünkü ondan önceki Episkoposların da yaptığı gibi adetler bunu gerektiriyordu. Ona verilen konu da inanç akidesinin açıklanması yönündeydi. Bütün bu sebeplere karşın vaazında ahlaki sistemi takip ettiyse de geriye kalan hizmetlerinde, halkı inanç konusundaki tartışmalardan men etmeye ve halkından her bir ferdi, doğru imanın iyi işler yapılmadan kurtuluş sağlayamayacağı konusunda ikna etmeye çalıştı.

Altınağızlı’nın, Melatyos’un kişiliği ve çalışmaları hususunda yazdığı tarihçeler-in birinde şöyle der: Şu sıfatlarla ün salmıştı: Mümin Melatyos her zaman sözleri ve eylemleriyle Allah sevgisi olmadan tanrısal emirleri yerine getirmenin mümkün olamayacağı gerçeğine tanıklık ederdi. Tanrı yasalarının ışık vermediği bir yerde aklın ve yüreğin aydınlanması mümkün olamaz. Hakkın kelimesini yalnızca, nefsi-ni iyi işler yaparak Mesih için bir mesken haline getiren kişi anlayabilir ve yayabi-lir. Buradan, Melatyos’un Altınağızlı üzerinde ne derece etkili olduğu anlaşılmak-tadır. Altınağızlı’nın hayatını yazan tarihçi ve araştırmacılar, Melatyos’un öğütleri ve doğru yaşamın Altınağızlı’nın ahlak prensiplerini yüksek bir dereceye doğru geliştirdiği konusunda birleşmektedirler. Ve bunun hristiyan topluluklarının yaşamlarının reforme edilmesi hususunda hararetli çalışmalarına dikkat çekerler. Altınağızlı, ün saldığı bu çalışmalardan sonra vaazlarında Hristiyanlık öğretisini açıklamaya başlamıştır.

Melatyos, Altınağızlı’nın ahlaki ilkelerinin tanzimini doğru ve iyi etkisiyle etki-lemeye çalışırken, Antakya ruhanilerinden ikinci bir şahıs, Altınağızlıya gelecekte-ki cemaat hizmetlerini yönlendirmede ve karakter terbiyesi konusunda büyük hiz-metle sunuyordu, bu şahısta daha sonra Tarsis Episkoposluğuna yükselecek olan Diyodor idi. Onun aklını çeşitli teolojik bilimler ve özelliklede Kutsal Kitaba ait bilgilerle doldurdu. Tarsis Episkoposu Diyodor tarihte, yaşadığı dönemde en büyük teologlardan biri ve Kutsal Kitabı ilk bilenlerden biri olarak tanınırdı. Ve Antakya Kutsal Kitap Tefsiri okulunun kurucusu sayılır. Bu onun Kutsal Kitabı Tefsir eden bağımsız bir okulun kurucusu olduğu anlamında olmayıp, Kıtsal Kitabın özel bir yorumlama sistemi manasındadır. Diyodor’un yalnızca özel bir okulu olmadığı değil ayrıca sabit bir meskeninin de olmadığı söylenir. Nerede bulunursa orada yaşardı. Ünlü filozof Sokrates gibi nerede daha çok dinleyici bulursa orada öğretir-di. Bu nedenle de Diyodor’un öğretimi, okullarla ilgili bütün yöntem ve kurallar-dan uzaktı. Diyodor’u dinleyenlerin değişken ve anlayış derecelerinin farklı olması nedeniyle, Diyodor derslerini gerçek bilimsel bir yöntem ve devamlılığı olan bir sistemle veremiyordu. Bu nedenle, Kutsal Kitap ile ilgili tefsirleri, çeşitli durumlar ve birçok sebeplerle herhangi bir yerde bilinen bir ayetin basit bir anlatımla yorum-lanması şeklindeydi. Kendisini dinleyenlerin kolaylıkla anlayabilmeleri ve fayda-lanmaları için, İskenderiye Okuluna ait olan simgesel ve Nazari yorumları yap-maktan kaçınırdı. Aksine bütün gayretini özel bir şekilde ahlaki ve sözel anlama yöneltir ve bazen de dil ve tarih analizine dayanırdı. Ve daima derslerini fiili olarak dinleyicilerinin yaşamlarına tatbik ederdi. Ve genel olarak Diyodor’un dersleri kendi özel hayatıyla iç içeydi. Aynı şekilde dinleyicilerinin de yaşam ve yararları ile iç içeydi. Bu nedenle haklı olarak dersleri tatbiki olmakla nam saldı. Ve gören-ler için basit vakıa ve her türlü hayali anlamdan uzaktı. Bu özellikler, birçok teolo-jik konulara ait bilgilenmelerle birlikte, genellikle bir metnin tefsiri için kelime anlamına ve dil açısından analize ve tarihe bağlı kalan Altınağızlıya Diyodor’dan geçmiştir. Böylesi hem basit hem de tefsir açısından anlaşılmaya daha yakındı. Diyodor gibi Altınağızlı da halkına Kutsal Kitabı öğretmek için her fırsatı değer-lendirmeye ve ondan kendisi için bir ibare veya bir vaaz konusu çıkarmaya devam ediyordu. Bunlara ek olarak bu iki episkoposun ahlaklarındaki benzerlik bizi, Me-latyos ile birlikte Diyodor’un da ahlaki açıdan Altınağızlı’yı etkilediğini düşünme-ye sevk ediyor.  Tarihçilerin belirttiğine göre Diyodor çok sağlam çelik gibi asla sarsılmayan bir ahlaka sahipti. Daima sabit bir yüksek dağ gibi gerçeğin yanında olurdu. Başkalarına korku veren bazı hassas durumlarda bile, Valent’in döneminde hristiyanlara karşı yapılan zulümlerde olduğu gibi korkusuzca dururdu.

Bütün şehir korkudan titriyordu. Ama Diyodor korkusuzca bütün evleri dola-şıyor ve müminleri cesaretle imanda sabit durmaya ikna etmek için onları cesaret-lendiriyordu.

İşte bu cesur ahlakla ün salan Altınağızlı hiçbir zaman ümitsizliğe teslim olmadı ve en şiddetli ve tehlikeli düşmanlarının yüzüne gerçeği söylemekten korkmadı.

Altınağızlı Antakya Kilisesi ruhanileri arasında Okuyucu rütbesiyle dört tam yıl hizmet verdi. (370-374). Ve bu süre içinde annesi Ansosa vefat etti.Ve Melatyos’ta sürgüne gönderilince Altınağızlı’nın en büyük terbiye ve en zorlu okula girmesine engel olabilecek kimse kalmadı. Bu da ilk önce Manastırda hatip bazı din adamla-rının yönetiminde girdiği daha sonra yalnız başına uzaklardaki mağaraların birinde girdiği rahiplik okulu idi.Mağaralarda ve çöllerdeki yaşam Altınağızlı'nın eğilimin-de olan okullar olmamasına rağmen o sosyal bir hayatta çalışmayı yalnız kendini ibadete vermeye tercih ederdi. Fakat O, gelecekteki hizmetlerine hazırlık imkânı sağlayacak daha iyi bir yol olarak rahip olmaya karar verdi. Ruhani hizmetlere kendini hazırlayacak olan şahıslar için o zamanın gelenekleri, dinsel tayinden önce birkaç yıl çöllerde yalnız kalmayı mecburi kılardı. Bu rahiplik yaşamı kilise ruha-nileri için en iyi hazırlık okulu olarak kabul edilirdi. Bilindiği gibi dördüncü yüzyı-lın en meşhur kilise pederleri de episkopos olmadan önce birkaç yıllarını rahiplik yaşamında geçirmişlerdi. Bunun için Altınağızlı da sosyal hayatı bu geleneğin kurallarına uymak için terk etti. Ama insanlardan uzaklaşmaya onu mecbur eden başka sebepler de vardı. Pol Alber şöyle diyor: Altınağızlı insanların temsil ettiği bu görünüşten hızla uzaklaştı. Her yerde kaos, karışıklıklar ve ihtilaller hakimdi. Barbarlar çılgın dalgalar misali her yönden ülkeye zulüm ediyorlardı. Hunlar deni-zi aşıp doğuyu kapladılar, içerde din savaşları Kilisenin birliğini parça parça edi-yordu. İznik konsilinin mahkûm ettiği Aryos sapkınlığı şiddetle, krallar Kostans ve Valent’in himayesinde geri döndü ve konsiller toplayarak birçok Ortodoks liderleri sürgün edip yerlerine yeni halefler tayin etti. Bu sebeplerle sürekli ve bazen de kanlı karışıklıklar yaşanıyordu. Antakya da ise Melatyos episkoposluk tahtından indirildi. Doğal olarak barışa gönüllü insanlar bu karışıklıklardan boşluğa kaçışı-yorlardı. Altınağızlı’nın manastırda gizlenmesinin en önemli sebebi Aryos’çuların Ortodokslara uyguladıkları zulümdü. Birçok kilise ruhani liderini kaybetti. Bir kısmı kendi merkezlerinde onlara uygulanan baskı ve şiddetten ve ihanetlerden öldü, bir kısmı hapislere atıldı ve büyük bir kısmı da sürgünler de öldü. Hayatta kalan Ortodoks episkoposlar da bu baskı ve zulümler azaldıktan sonra boş olan liderlikleri ve episkoposluk kürsülerini hak eden episkoposlarla doldurmaya baş-ladı.

Müminler arasında, Altınağızlı ve arkadaşı Basiliyos’un Episkoposluk rütbesine yükselecekleri söylentisi yayıldı. Ve bu söylenti onları Episkoposluk rütbesine tak-dis edecek olan Episkoposun şehre gelmesiyle hızla gerçek olmaya başladı ama on-lar kendilerini, teklif edilen rütbede bu yüce hizmet için yeterli saymadıklarından bu şerefi edinmekten istifa etme kararı aldılar. Onları bu göreve takdis etmek için şehre gelen Episkopos, Basilyos’u ikna etmeyi başardı ve gecikmeden onu bu rüt-beye takdis etti. Altınağızlı ise arkadaşı Basilyos’un başına gelenlerin kendisini de bu görevi kabul etmeye ikna eder korkusuyla şehirden firar edip Orant nehri kena-rında bulunan bir manastıra yerleşmeye karar verdi. Ve bu manastırda tam dört yıl süreyle yaşar (375-378). Daha sonra oruçla ilgili yüce mücadeleleri yaşamak üzere bir mağaraya intikal eder. Gerek manastırda ve gerekse çok zor olan oruçla ilgili mağaradaki zorlu mücadelelerinde ahlakını metanetle ve sebatla terbiye etmeyi tamamladı, daha önce buna benzer şeyleri öğretmeni Diyodor’un şahsında müşa-hede etmişti ama şimdiye kadar henüz böyle bir şeye sahip olamamıştı. Ve burada beşeri kalbin eksikliklerini tanıdı ve beşeriyetin doğasını esaslı bir şekilde kişisel deneyimleriyle ve muhtelif tecrübeler vasıtasıyla öğrendi. Ve burada birçok şeyler-den mahrum olarak yaşaması ve kendine dikkat etmesiyle arzularına karşı zafer kazandı. Bu nedenle kendisi hakkında şunu söyleyebiliyordu: Hiçbir kötülük, ken-disine karşı zafer kazandığım bu kötülükten büyük olamaz. Ve denilebilir ki Altı-nağızlı’nın yaşadığı rahiplik yaşamı, onun çalışmalarına en az hatipliğinin sebep olduğu kadar bir önem ve güven kazandırmıştır. Bunun neticesinde halkın büyük bir kesimi ki bu kesim, çölde rahiplik yaşamı sürenlere karşı olan sevgileriyle tanınmıştı, günah işlemekten titizlikle kaçınmaya başladı.

Altınağızlı’nın ahlaki kemale erişme başarısındaki bu çok önemli rahiplik yaşamı mücadeleleri, onun sağlık durumunda olumsuz etkilere sebep oldu ve şehre dönmeye mecbur etti. Ve o zaman sürgünden dönen Melatyos onu Diyakon rüt-besine yükseltti ve bu rütbede beş tam yıl geçirdi (380-385) Bu hizmetin de, gele-cekteki hizmetlerine iyi bir etkisi ve görünür bir faydası olmuştur. Pol Albert, diya-konluk rütbesinin eski kilisede ne kadar önemli olduğunu belirtir. Diyakon fakir-lere hizmet eder, yardımları dağıtır ve kilise kapılarında gözlemci ve koruyucu olarak bulunurdu. Epispokosta ona birçok işler verirdi. Öyle zor bir görevdi ki her zaman sınırsız bir itaati gerektirirdi. Ama kendi içinde insanı ruhanilik vazifesine ve sevginin vecibelerine en iyi hazırlayan rütbeydi. Kişinin, fakirlere doğal bir dayanak olmasını, sorunlarını incelemeyi ve zorunlu ihtiyaçlarını gözleriyle gör-mesini gerekli kılardı. Bütün bu sorunların sebebinin genelde, zenginlerin açgöz-lülükleri ve sertlikleri ile acıma ve insaftan yoksun hükümetin sıkıştırmaları olduğu bilinir. İşte fakir ve yoksullar, diyakonu, kilisenin hareket ettirdiği somut bir alet gibi görürler. Ve herkes ona teşekkür eder ve bu yoksul insanların sevgi ve bereket konusu olur. Yüreği sevgiyle dolu olan birisi için bundan daha faydalı bir hizmet olamaz. Altınağızlı’nın ruhani reislik hizmetleri hazırlıkları diyakonluk rütbesinde tamamlandı. Ve 386 yılında kırk yaşına basar ve bu zamanda Melatyos’un halefi olan Flafiyan tarafından Antakya Kilisesine papaz olarak takdis edilir. Yukarıda zikredilenden ziyade, Altınağızlı’nın ruhani liderlik hizmetine hazırlanışı ve halkı içinde hristiyanlığın yüce ahlak ilkelerini yaymaya başlaması aşağıdaki gibi özet-lenebilir:

Altınağızlı’nın, hayatın bütün yönlerini ve insanların huylarını vatanında öğren-me imkânı olur. Annesi Ansosa’nın toplumun yüksek tabakasına mensup olması nedeniyle, Altınağızlı bu tabakaya mensup kişiler arasına katılmaya mecburdu. Ve özel bir şekilde bu insanların geleneklerini ve düşünce tarzlarını ve buna benzer şeyleri öğrenme imkânı oldu. Ve eline geçen fırsatlar sayesinde bu insanların ahlaklarını, onların arasına bir avukat olarak katıldığı ve dünyevi bir hayat yaşadığı zamankinden daha iyi bir şekilde öğrendi. Bu meslekte, masum insanları savunan birisi olarak diğer tabakalara mensup olan insanların ihtiyaçlarını ve kazanma yol-larını öğrenme imkânını elde edebilirdi. Zira savunduğu insanlar toplumun değişik sosyal kesimlerinden oluşuyordu. Diyakonluk rütbesinde ve liderlik hizmetlerine hazırlık safhasının sonunda her mertebeden değişik insanları tanıma fırsatı buldu. Ve on iki yıl önce Altınağızlı Yuhanna, putperest olan Libanyos’un okulunda yine putperest arkadaşlar arasında bulunuyordu. Bunların da geleneklerini ve ahlaklarını inceleme fırsatı buldu. Ve aynı zamanda onların dinleri ve bilimleri hakkında da bilgiler edindi. Ruhban sınıfı mensupları arasında ise cemaat pederlerinin yaşamla-rına ait bilgiler elde edebildi. Rahipler arasında da bu hayatı ve hedeflerini inceledi Bütün bunların üzerine, Altınağızlı yalnızca insanların görevlerinde ve çevrelerin-de ki ahlaklarını incelemedi, bizzat kendisi sivil bir insan olarak dağınık fikirleri, rahip olarak keskin ve yalnız bir mahpus, okuyuculuktan papazlığa (Ve sonra Epis-koposluğa) ve Antakya’da büyük zenginlerden, manastıra girmeden önce bütün varlıklarını fakirlere dağıtan bir yoksul olarak hayatın bütün çeşitlerini haber verdi.

Ama Altınağızlı’nın terbiyesi için bütün uygun sebepler oluşmuştu. Şefkatli ve kararlı annesi, sadık ve vefakâr dostu Basiliyos Altınağızlı’nın yumuşak kalbine en iyi etkiyi yapmışlardır. Zeki öğretmeni Libanyos ta geleceğin vaizinin aklını terbi-ye edip hitabet yeteneklerini geliştirdi ve Diyodor da muhtelif teolojik bilgiler ile dimağını zenginleştirdi. Ve aynı zamanda Melatyos’un da ahlaki ilkelere ve gele-cekteki hizmetinin şekline etkisi şüphesizdi.

Çölde yaşamanın çetin şartları ve özbenliği ile mücadelesi iradesini öyle bir kuvvetlendirdi ki ondan mahir bir psikolog yaratıp onu bütün arzu ve şehvetlerin-den özgür kılmıştır.

İradesi, aklı ve yüreğindeki bu meziyetlerle, yaşam ve insanlar ile ilgili bilgisi ile Altınağızlı Yuhanna dini liderlik sahnesinde görünüverdi. Ve sanki gördüğü ve denediği muhtelif insanlar ve durumlar adeta ondan Hristiyanlık ahlakı hususunda etkili ve güçlü bir vaiz yapmak için anlaşmıştı. Ve mücadele sahnesinde bunun için gerekli olan bütün unsurlar, bilgiler ve kişisel saygınlık ile görünmüştü. Altınağızlı geniş hitap gücü ve ender görülen aklı ve bilimsel yetenekleriyle uzun süre geçme-den parladı. Akranları olan Antakya Kilisesi ruhban sınıfı arasında sivrildi ve Antak-ya Episkoposu Flafiyan’ın sağ kolu oldu. Diğer ruhaniler ruhani hizmetler ve dini törenlerle meşgul olurken Altınağızlı özel bir şekilde vaaz işleri ile uğraşıyordu. Çünkü yaşlı olan Antakya Episkoposu kendisinin yerine işlerle ilgilenmek üzere Altınağızlı’yı seçmişti. Ve bu yeni kilise ruhanisi için vaaz işi basit, önemsiz bir iş olmayıp aksine yüreği için en sevimli ve en yakın bir hizmetti. Vaaz doğal bir yetenekti ve Altınağızlı buna karşı gelmek yerine sevgi ve hamaset ile ona sarıldı. Çünkü Altınağızlı vatandaşlarını hararetli bir sevgi ile sevdi. Onların faydaları için verdiği önem onu sürekli onlarla konuşmaya ve onları eğitmeye itiyordu. Ve bir seferinde bir Pazar günü birçok vaazlar vermişti. On iki yıllık ruhani hizmeti süre-since, halkının ahlaki ıslahı için verdiği vaazlardaki hiçbir başarısızlık onu bu yoldan vazgeçirmedi.Ve defalarca Altınağızlı’ya şöyle söylendi: << Nasihat vermeyi bırak, vaazların yeter, seni dinlemek istemiyorlar>> Ama o eskisi gibi nasihatlerini vaaz vermekten daha çok önemsemeye devam etti. Ve kendisine vaazın hiçbir başarı elde etmemesi ve dinleyicileri arasında sözlerine dikkat edenin olmamasının mümkün olmadığı görünüyordu. Ve nasihat verdiği insanlara şöyle cevap verirdi: << Bu çok-lukta serpilen tohumların ürün vermemesi mümkün değildir. Eğer herkes olmasa bile bazıları veya en az biri duyuyordu, bu beni teselliye yeter.>> Halkının ahlaki ıslahı ve terbiyesi için elinde mevcut olan her değerli şeyi feda ediyordu. Zamanı, sağlığı, gücü ve yaşamı onun deyişi ile kendisi için yalnız bu hedefleri gerçekleştirmek açısından değerliydi.

Şimdi ise Altınağızlı’nın çağdaşı olan Antakyalıları ve onlara karşı koymasına sebep olan durumları tanıyalım. Eksiklerini, kötülüklerini ve sapkınlıklarını ortaya koyalım ve bu eksiklikleri ve sapkınlıkları gidermede ve onları temiz Hristiyanlık faziletlerine döndürmede kullandığı vasıtaları görelim. Dördüncü asrın ikinci yarı-sında Antakya halkının en önemli eksikliklerinden biri, Yahudilik ve putperestliğe ve hurafe geleneklere olan eğilimleriydi. Ve özellikle putperest bayramlara ve inanç-lar ve sembollere ve kötümserliklere ve eskiden kalma durumlara olan eğilimlerdir. Bu Yahudi- Putperest gelenekler Antakya hristiyanları arasında güçlü bir şekilde yayılmıştı. Sebepleri ise çok ve çeşitlidir.Bunların ilki şüphesiz, Kostantin tarafından hristiyanlığa yaşama hakkı verilen zaman ile Altınağızlı Yuhanna’nın liderlik saha-sında görüldüğü zaman arasında geçen süredir. Birkaç on yıl hristiyanların büyük bir kesiminin zihinlerine ve yaşamlarına gerçek Hristiyanlık ilkelerini yerleştirmek için yeterli bir süre değildi. Buna ek olarak Yahudi ve Putperestlerden birçoğu Hristiyan-lık inancının hâkim olduğu ve yöneticilerin de bu inanca girdiklerini görünce, bireyler ve topluluklar olarak bu yeni inanca girmeye başladılar. Bundan amaç doğru bir inanca girmekten ziyade dünyevi yararlar elde etmek idi. Ve gerçek iman ile hristiyanlığı kabul edenler ise az sayıdaydı. Ve bir kısmı hükümetin merhametini elde edebilmek, ellerindeki işleri kaybetmemek korkusuyla ve başkaları da vazife-lerinde yükselmek ve iltifat sağlamak ve bazıları da yalnız kendileri için hala kaba köylüler dini olarak bilinen diyanetle hüküm veriyorlar ve geri kalmışlar denmesin diye hristiyanlığı kabul ettiler. Bazıları da öğrenmek için veya başkalarını örnek aldıkları için bu dine girdiler. Bu nedenle, bu Hristiyanlar yalnızca hristiyan ismi ile süsleniyor veya bu isim ile örtünüyorlardı. Ama gerçekte bunlar hala eski mensup oldukları dinleri düşünüyor ve onları yaşatıyorlardı. Ve yalnızca görünüş olarak hristiyan görünme ile yetiniyorlardı. Ve bazıları bu görüntüleri aşağılıyordu ama hakaretlerini çeşitli sebeplerle gizliyorlardı. Bu nedenlerle bunların birçoğunun yeni inançla ilgili görüşlerini değiştirmesi ve eski gelenek ve adetlerden vazgeçip bırak-ması uzun zaman gerektiriyordu. Ve insanların doğru bir şekilde terbiye edilmesi ve eski inanç ve geleneklerini yeni bir inanç sistemi ve adetlerle değiştirmesi Ahlaki Vaazlar esnasında büyük çabalar gerektiriyordu. Bu çağdaki vaizlerde ise eksik olan hususta buydu. Zira büyük bir çoğunluğu dinsel ve teolojik mücadelelerle uğraşmayı insanların genel ihtiyaçlarıyla uğraşmaya yeğlemişti. Hristiyanlığa yeni giren insanların zihinlerinden eski yerleşik Yahudi ve Putperest adetleri silmek Hristiyan-lık için zor bir işti. Çünkü bunlar, taraftarlarının şahsiyetinde canlı örnekleri olan ve sayıları Antakya halkının yarısı olarak takdir edilirdi. Ve bu canlı örnekleri ile de hristiyanlara yakın geçmişlerini hatırlatıyordu. Ve bunu sevilen geçmiş olarak da adlandırabiliriz. Çünkü bu yeni hristiyanlar bu hatıraların tekrar canlanması ve onlara yeniden dönülmesi ve hristiyanların zihinlerinde tekrar hareketlenmesi için her yolu deniyorlardı. Ve bütün bunlara ek olarak, din değiştirmiş olan Julyanos’un putperestliği savunan ve Altınağızlı’nın papazlık rütbesini almadan birkaç yıl önce, putperestliği yenilemek amacıyla ismen hristiyan olanlara, Hristiyanlık üzerine put-perestliğin hâkim olacağı bir devrim yapma ümit ve düşüncesi için fırsat verdiğini de ilave etmek lazımdır. Ve özel bir şekilde o zamanın putperestliği, taraftarlarından bazı âlimlerin gayretleri ile sanki bir yenilenme çağına başlıyor gibi göründü. Ger-çekte görünende bu oldu. Mutlu bir ömür süren bir dinin son nefesi ruhla birlikte verilen son nefese benziyordu. Bu sayısız sebepler nedeniyle hristiyan toplulukları ve özellikle de Antakya hristiyanları içinde dördüncü yüzyılım ikinci yarısında sadık bir hristiyan yaşamı süren insanlar bulmak zordu. Ve bundan da zor olan gerçek bir hristiyan yaşamı süren insanlar bulmaktı. Ve denebilir ki miladi dördüncü yüzyıl hristiyanlığın zaferinin altın çağıdır. Hristiyanlık bilgisinin yayılması kilise pederle-rinin çalışmalarıyla ün aldı. Ama bu çağı, hristiyanların büyük bir kesiminin yaşamı açısından altın çağ olarak adlandıramayız. Birçoğu Hristiyanlık dinine girdi ama eskisi gibi putperest törenlere ve ibadet türlerine katılmayı, putperest yürüyüşlere, putperestlerle birlikte yürümeye ve onların bayramlarını kutlamaya devam ediyorlar-dı. Ve hepsi de putperest adetlere âşık idiler. Ve bazıları da Yahudi dinine aynı şeyleri yapıyorlardı.

Altınağızlı’nın, Antakya ahalisine yaptığı vaazlar, hristiyanların, Yahudi ve putperest adetlere olan şiddetli bağlılıkları açısından açık bir tanıklık etmektedir. Çağdaşı olan ve putperest asıldan gelen hristiyanlar sadece putperest heykellere olan saygıyı gizlemeyi değil, hatta içinde ne bir put ve ne de meşhur gelecekten haber veren bir ilah kalmamış, yalnızca çıplak duvarlara ve yanık sütunlara sahip ve Antakya yakınındaki mezarında bulunan Apollon heykeline bile olan saygıyı terk edememişlerdi. Birçok hristiyan putperestlerle birlikte belirli zamanlarda bu mekâna gelirlerdi. Henüz unutulmamış adetler gereğince, bu mekânı çevreleyen yüce onura ulaşmak gayesiyle oradaki bedensel sevinçlere teslim olurlardı. Peki, şehit Papilanın heykelinin mezarında bulunuşu ve putperest heykelin yakılış mucizesinin anısı birçoğunun gidişatlarını iyileştirmeye ve günahtan sakınmaya yöneltiyordu. Oysa hristiyanların bu putperest heykeli ziyaret etmeleri ise onların eski dinlerine olan bağlılıklarının gelişmesine sebep oluyordu. Altınağızlı'nın görüşü ve tanıklığı bu yöndeydi. Ve bunun doğruluğunun en parlak kanıtını, Altınağızlı’nın yeni yıl va-azında buluyoruz.Her şeyden önce şunu belirtelim ki hristiyanlar tanrıça Yanos’un anısına evlerinin kapılarını çiçek çelenklerle süslerlerdi. Bu tanrıçaya göksel kapıla-rın bekçisi olarak tapınırlardı. Bu davranışlarla dualarının Allaha ulaşmasını sağ-laması için ona yaranırlardı. Ve bunu bilinçsiz bir şekilde yapmıyorlardı. Çünkü putperestliğe olan yeminleri henüz yakındı. Ve bu süsün tanrıça Yanos için yapıldı-ğını biliyorlardı. Ve putperestler yeni yılın ilk gününü tanrıçayı razı etmek için şenlikler ve törenlerle geçirirlerdi ki tanrıça Yanos bütün yıl boyunca onlara diğer tanrıların iyiliklerini ve merhametlerini göndersin. Çünkü diğer tanrılar ve aralarında Jüpiter de dâhil olmak üzere gökten inemiyorlardı. Ve gökler kapısı bekçisinin bilgisi olmadan insanlara iyilikler ve hayırlar gönderemiyorlardı. Ve putperestlerin bu misali üzerine, hristiyanlarda kadın ve erkekler olarak evlerde ve şehir alanların-da ve çoğunlukla hanlarda bu gösterilere katılıyor geceyi sabaha kadar eğlenceleri ile ve onu takip eden çirkin ve arzu edilmeyen sonuçlarla geçiriyorlardı. Bununla birlik-te hristiyanlar yılbaşında çeşitli oyunlar yapıyor ve putperestlerin yaptığı gibi gele-cekle ilgili mutluluklara ait müneccimlik faaliyetleri de yapıyorlardı.

Bu sıralarda Aziz Yuhanna henüz vaftiz olmamıştı. Çünkü o asırda insanlar, günümüzde olduğu gibi değil aksine kendi tam kanaatine göre iman ederek vaftiz olurlardı. İşte Yuhanna bu adet üzerine kendini henüz olgunlaşmamış olarak gördü-ğünden, yirmi ikili yaşlarında vaftiz sırrını kabul etmişti. Ve bu yaşa kadar bütün dikkatlerini, Mesih’in öğretilerine ve onun yüce ve kutsal hedeflerini kabullenmeye yöneltmişti.

Bu dönemde şartlar Altınağızlıya, Hristiyanlık inancının gerçekliği ve kutsallığı-nın tespiti konusunda yardımcı oldu. Çünkü Altınağızlı, vatanı Antakya’da dönme imparator Yulyanos’un sebep olduğu şiddetli zulmün etkisini gözleriyle gördü. Ayrıca bu imparator putperestliğin yeniden yükselmesine ve hristiyanlığın gözden düşürülüp boğulması için gayretlerini buna yoğunlaştırmıştı. Ve bunun için dikkatle-rini hristiyanlığın kalesi ve büyük merkezi olan Antakya’ya çevirdi. Yulyanos bizzat Antakya’ya geldi ve hemen geçmişte büyük bir şöhret kazanmış olan Apollon heykeline gitti. Ve bu heykeli boş görünce çok sinirlendi ve gazaba geldi. Ve onu orada yaşlı bir kâhin karşıladı. Ve orada başka tapınanlar ve kurban sunanlar olma-dığı için kendi özel kazını, imparatorun gelişi şerefine Apollon’a sundu. Ama Apol-lon heykelinin yakınında aziz şehit Papila adına bina edilmiş ve temelinde bu azizin kemiklerinin gömülü olduğu bir kilise vardı ve burası her zaman mümin kalabalık-larla dolardı. İmparator Yulyanos, son derece kızgınlığıyla Apollon heykelinin eski görkemine tekrar kavuşturulmasını ve Aziz Papila kilisesinin kapatılıp azizin kemik-lerinin oradan çıkarılmasını emretti. Hristiyanlar ise bu emre uyup Aziz Papila’nın cesedini törenle çıkardılar. Bu durum ise Yulyanos’un daha çok gazaba gelmesine yol açtı ve putperest askerlerinin hristiyanları ayırıp dövmelerini, işkence yapma-larını ve hakaret etmelerini emretti.

Tarihçilerin tanıklık ettiklerine göre askerler hristiyanlara işkence yapıp döverler-ken, garip bir olay meydana geliyor. Yulyanos’un uğruna çok çabalar sarf ettiği Apollon heykelinin üzerine bir yıldırım düşer ve onu yakar. Bu mucizevî olay hristi-yanların cesaretlerini ve imanlarını güçlendirir. Ve Yulyanos’un sapkınlığını da arttı-rır. Bütün bu açık delillere rağmen, Apollon heykelini hristiyanların yaktığını ilan ederek onların üzerine gazabını yağdırıp zulümlerini vahşice arttırdı ve hristiyanla-rın Antakya’da bulunan büyük kiliselerinin kapatılması emrini verdi. Ve kilisenin kâhini yaşlı aziz Tiyodoritos’u şehit etti. Ve Yulyanos bununla yetinmeyerek impa-ratorluğun her yerindeki hristiyanlara zulüm yapılmasını emretti. Ve ayrıca onları ağır vergilerle yıpratmaya ve bütün tapınaklarını yıkmaya ve mülklerini ellerinden almaya başladı. Din adamlarını idam etti ve birçoğunu sürgüne gönderdi. Putperest-liğe geçenlere ise iltifatlar ve hediyeler yağdırıyordu. Eski putperest tapınakların açılmasını ve güzelleştirilmesini ve ayrıca Kudüs’teki Yahudi tapınağının tekrar inşa edilmesini emretti. Ve hristiyanların inlemeleri ve şikâyetleri üzerine de meşhur sözünü söylüyordu:<< Eğer bir putperest on tane Galileli öldürürse bunda ne zarar var>> Ancak Yulyanos’un ve putperestliğin yapmış olduğu zulümlerin neticesi bilindiği gibi hristiyanların zaferi ve büyümesine dönüşmüştü ve Yulyanos bu sonu-cu büyük bir korkuyla bilmekte olduğu halde ömrünün son nefesine kadar tövbeden uzak bir inatçı putperest olarak kaldı. Hamlelerinden birinde, hristiyanlığı yok ede-mediği için ölümcül bir yaraya tutulur. Ve ölümün sarhoşluğunu tedavi ederken, güçsüzlüğün heyecanı içinde güneşi pisliklere gömen aciz bir insan misali son nefe-sinde şu meşhur cümleyi söyledi.

<< Beni yendin ey Galile’li>>

Bu korkunç ve kanlı manzara Altınağızlı’nın gözleri önünden geçer ve o henüz gençliğinin baharında. İnsan etkilenmenin şiddetli olduğu dönemde, insanların acı-larını hisseder ve zulümü bilir. Ve bu korkunç günlerde hristiyan Antakya ahalisinin çektiği zulme üzülüyordu. Ve bütün korkularını ve tedirginliklerini onlarla paylaştı, Yulyan’ın emriyle kutsal imanları nedeniyle şehit edilenlerin definlerine katıldı. Ve kafaları kesilen şehitler için hristiyanlarla birlikte acı gözyaşları döktü. Bütün bunlar Yuhanna için tatbiki bir okul gibiydi. Ve bu okulda gelişti ve bu büyük hristiyanın ruhu güçlendi.

Yuhanna derslerini bitirince avukatlık mesleğine katıldı. Çünkü bu meslek o zamanın modası olmasından ziyade kazanç sağlayan bir uğraştı. İmtiyazlı yüksek tabaka mensubu olan birinin, ülkede yüce vazifelerin yolunu açan bu meslekte şansını denememesi çok nadir görülen bir şeydi. Çünkü konuşma sanatının sahip olduğu mertebe diğer bütün mertebelerden daha muteber ve yüksekti.

Hatip ve parlak yeteneklere sahip olan Yuhanna avukatlık mesleğinde onur, kazanç ve bütün akranları arasında kendisine ilerleme sağlamayı bekliyordu. Fakat Yuhanna’nın tanışmak zorunda kaldığı hayatın içindeki fırtınalar, çalkantılar ve değişiklikler ile avukatlık mesleğinin gereği olarak içinde yaşamak zorunda kaldığı bozulmuş, fesat, zulüm ve çirkinliklerle dolu olan ortam Yuhanna’nın içine sinme-miş ve onu razı etmemişti. Evet, Yuhanna mesleği sayesinde insan yüreğinin eksik-liklerine yaklaşmayı en ince noktasına kadar öğrenmiş. Suç işlemeye olan eğilime ait uğraşları ise, gelecekte Yuhanna’nın bir ruhsal tabip olarak beşeriyetin bozulan ah-lakını tedavi etmekte çok yararlandığı bir alan olacaktır. Toplu olarak bütün bu olumsuzluklar Yuhanna’nın kalbini tam bir tecrübe ve sağlam bir inanç sonunda ibadetle doldurdu. Ve dikkatini başka bir yöne çevirmesini sağladı, o yönde başka bir vazife onu davet ediyordu. Ve derhal annesine bu dünyayı terk edip manastıra girmeye kararlı olduğunu bildirdi. Bu haber Ansosa’nın üzerine bir yıldırım gibi düştü ve biricik oğlunun bu ayrılığını bir türlü düşünemez oldu. Ve onu ölümüne kadar kendisinden ayrılmaması için ikna etmeye başladı. Ve işte Yuhanna’nın yaz-mış olduğu kitaplardan birindeki sözleri: << Ve annem benim bu konudaki kararlılı-ğımı öğrenince ellerimi tuttu ve onları gözyaşları ile ıslattı ve bu gözyaşlarından daha şiddetli sözlerle bana şöyle sesleniyordu: Bu dünyada beni ikinci bir defa daha dul yapma ve nefsimi bir musibetle daha ikaz etme, ölümümü bekle, bedenimi top-rağa koyduktan sonra, Allah’ın izniyle eğilimlerin seni nereye çağırırsa oraya git. Ama ben hayatta olduğum sürece benimle kal ve sana karşı hiçbir yanlışı olmayan annene acı verme ve bununla da Allah’ın gazabını üzerine çekme.>>

Seven ve vefakâr bir evlat olan Yuhanna annesinin sözünü tuttu ve onu yalnız bırakmadı ve bu yaşamda terk etmedi. Ancak o bu âlemde olduğu halde sanki onun dışındaymış gibi yaşamayı başarabildi.Ve bu esnada Yuhanna vaftiz oldu, ve avukat-lık mesleğinden vazgeçti, ve nefsini terbiye etmeye ve tanrı sözlerini öğrenmede derinlere inerek onun özünün gerçeğini anlamaya başladı. Ve kilisede dualara devam ediyor ve okuyucu rütbesinin bütün görevlerini üstleniyordu. Ve aynı zamanda özel hayatında ibadet eylemlerine ve kendi özbenliğini inkâr etmenin pratiklerini yapıyor-du. Ve kendi kendine susma ve konuşmamayı farz edindi. Yani mümkün olduğu kadar konuşmamaya başladı.

Ve bu şekilde, Yuhanna kademeli olarak bu âlemden ve bu çağdan büyük bir rağbetle özgürleşmeye başladı. Çünkü Yuhanna’nın yaşadığı asır, her gerçek hristi-yanın ve onurlu bir vatanseverin içini yakacak şeylerle doluydu. Ülkenin değişik kesimlerinde düzende sürekli bozulmalar ve ayaklanmalar meydana geliyordu. Ve her yerde anarşi yayılıyor ve genişliyordu. Muhtelif dinlerden ve elemanlardan olu-şan ordunun komutanları çoğunlukla kanlı iç savaşları kışkırtıyor, krallık tahtını sarsıyor ve bazıları ise bunun sonunda o tahta oturuyordu. Ve dönme olan Yulyanos buna benzer bir yöntemle tahta oturur. Dışarıdan ise imparatorluk Frenkler Got’lar ve Hun’ların barbar saldırılarına maruz kalıyordu. Ve kilisede sükûnet ve barış ol-muyordu. Örneğin Roma da iki kişi taht uğruna düşmanca davranmaya ve çarpış-maya başladılar. Daniyer ve Orsin adlı bu şahıslar Roma’da kanlı bir iç savaş başlat-tılar. İznik konsilinde mahkûm edilen Aryosizm ülkede gittikçe gelişip yayılmaya ve dalgalarıyla Ortodoks Kilisesini batırmakla tehdit etmeye başladı. Kralların kendileri de örneğin Konstans ve ondan sonra gelen Valent Aryosizm taraftarıydı ve Ortodoks lar bu dönemde şiddetli baskılara ve kanlı zulümlere maruz kaldılar. Ve bu sapkınlık Antakya’da öyle bir şekilde yayıldı ki Ortodokslar evlerinde mahsur kalmaya mec-bur oldular. Yuhanna’nın özel bir şekilde manen çok bağlı olduğu Antakya’nın yaşlı Episkopos’u Melatyos dahi defalarca sürgüne mahkûm oldu.

Bu rahatsız edici dönemde Antakya yörelerinde öyle dürüst episkoposlar vardı ki bütün güçleriyle Ortodoksluğu savunuyorlardı. Bütün dikkatlerini, genç bir okuyucu olan Yuhanna’da gelişen ruhsal kuvvete yöneltmişlerdi. Onunla ilgili yetenekler ve ruhani yaşamı hakkında birçok bilgiyi haber edinmişlerdi. Yaşının küçük olmasına bakmadan onu episkopos olarak tayin etmeyi düşündüler. Yuhanna bu durumu haber alınca tarif edilmez bir şaşkınlığa ve coşkuya kapıldı. Zira kilise hizmeti onu anlayı-şında o derece kutsal ve yüce bir görevdi ki episkoposluk görevini yüklenmeyi düşü-nemiyordu. O bu konu ile mecburiyet ve hazırlanma durumunda iken, henüz yaşlı-lığa erişmemiş olan annesinin ölümünün acısıyla karşılaşır ve ona acı bir şekilde ağlar. Ve ilahi inayet, ki Yuhanna’nın dürüst ve iyi annesi Ansosa’da bunun böyle olmasını temenni etmişti, oğlunun onu cezbeden bu yolda önünün açılmasını ve arzusu olan Haç’ı taşıma imkanını vermişti. Ve Yuhanna özgür kalınca onu bu dün-yaya bağlayan bir şey kalmadığından süratle ve arzusuyla bu âlemden uzaklaştı ki yukarıda zikredilen episkoposlar onun bu durumunu fark edip onu arzu ettikleri makama tayin etmeye zorlamasınlar. Genç, ateşli ve ibadeti ve faziletiyle bilinen arkadaşı Basiliyos’un aynı şekilde episkoposluk görevini kabullenmeye zorlandığını da görmüştü. Ansızın Yuhanna Antakya’dan yok oldu ve bu dürüst arkadaşı Basili-yos’tan ani ve özel bir şekilde çölde gizlendi. Amacı küçük bir engel dahi olmadan kendini bütünüyle Allah’a vermek ve kutsallık yolunda gelişip kemale ermekti.

Antakya’nın karşı tarafında, ufuklardaki bulutta sonu göz bakışıyla idrak edile-meyen sıradağlar yer alıyordu. Bu dağların zirvesinde çıplak tepeler ve bunları kesen derin vadiler vardı. Bu vadilerin bazı yerleri sık ağaçlıklarla örtülüydü. Bu dağların arasında büyük ve küçük manastırlar yer alıyordu. Bu manastırlarda Mesih’e iman etmiş, yalnızlığı seven ve Hristiyanlığın ilk çağlarında artmakta olan zulümden kaçanlar yaşamaktaydı. Ve Yuhanna da bu manastırlardan birine yerleşir. Gençliğini refah ve nazlı olarak geçirmiş birisi için bu hayatın ne kadar zor ve meşakkatli olduğunu tasavvur edebilirsiniz. Çünkü böyle bir yaşam sürekli bir mücadele ve yorgunluğu gerektirirdi. Ve Yuhanna kendisinin bu yaşamı için şöyle der: Gecenin yarısında rahipler ibadet ve mezmurları terennüm etmek için kalkarlar, gündoğu-mundan önce biraz dinlenir. Ve gün esnasında dua etmek için dört kez bir araya gelirler. Üçüncü saatte, altıncı saatte, dokuzuncu saatte ve akşam duasında. İbadetin olmadığı sürelerde rahipler kutsal kitaplar ve nüshalarının okunup bilgi edinilmesi ve yaşam için gerekli diğer bütün işlerin, örneğin odun kesilmesi, su taşınması ve benzeri hizmetleri tamamlarlardı. Giyimleri hayvan derilerinden ve deve yününden dokunmuş kalın kumaştandı. Ayaklarına çarık giymezlerdi. Yerde veya çıplak tahta-lar üzerinde yatarlardı. Ve günde bir öğün yemek yerlerdi. Yiyecekleri ekmek, su ve bazen de hububat idi. Ve bu şekilde Yuhanna dört tam yıl yaşadı.

Yuhanna, genel hizmetlerle ilgili görevini yerine getirirken dini hizmetlere ilişkin çalışmalarını kesintisiz olarak sürdürüyor. Bu yalnızlık süresince teoloji ve ahlak konusundaki parlak hizmetlerini başlattı ve muhteşem kitaplarından bazılarını bitir-di. Mesela Kâhinlik hizmetlerindeki altı vaazı buna örnek gösterebiliriz. Ve episko-posluk rütbesini kabul etmekten kaçınmadaki haklılığını açıkladığı vaazlarında bu rütbenin büyüklüğünü ve kutsallığını ve bu rütbeyi taşıyan kişiye yüklenen büyük sorumluluğu tasvir eder. Bu konuda her yönü derinlemesine acındırarak ve sıradan-lığı aşan bir merhametle ikna olmayı sağladı. Ve bu kitap bugüne kadar kaldı ve bundan sonra da sonsuza kadar içerdiği nasihatler, yol göstericilik ve ahlaki kurallar açısından her hristiyan kâhin için daha güzel, daha kararlı ve daha yapıcı bir eser olarak kalacaktır.

Yuhanna manastırda ayrıca rahipliği savunan üç kitap daha yazdı. Bu kitapları, Aryosizm salgınına tutulup Ortodoksluğun en güçlü dayanağı olarak rahiplerin oldu-ğu hissine kapılan imparator Valent’in reva gördüğü şiddetli zulümler için yazmıştır. İmparator rahiplerin yakalanıp hapislere atılmalarını emretti. Ve bu eylem, siviller çevresinde iyi oluyor düşüncesine sahip guruplar buldu. Ve bu Aryosizm taraftarı imparator’un etkisiyle de rahipliğin gayesi ve hedefleri hususunda mücadeleler baş-ladı ve birçok taraftan manastırların kapanması ve yok edilmesi konusunda fikirler ortaya çıkmaya başladı. Bu ve benzeri sebeplerle Yuhanna <<Kralın rahiple karşılaş-ması>> kitabını yazmıştır. Bu kitap Yuhanna’nın rahiplik hayatına, içinde bulunan sevgi ve etkinin yansımalarını tasvir ettiği bir kitaptır. Rahiplik hayatının, diğer bütün mesleklerden ve durumlardan daha mutlu ve daha yüce ve hatta krallık hayatı-na bile tercih edilebilecek bir yaşam biçimi olduğunu kanıtlamaktadır. Yeryüzünde rahiplikten daha yüce bir durum var mıdır? Diye soruyor Altınağızlı. Ve büyük bir heyecanla cevap veriyor: Yok, yok hatta krallık hayatı bile. Kral kendi için değil ona tabii olanlar içindir. Binlerce görev onu kendiyle ilgilenmekten alıkoyuyor, binlerce karışıklıklar onu yoruyor, binlerce tecrübe onu düşünmeye maruz bırakıyor. Rahip ise bütün bu batıl ve başkalarının yaşamlarını meşgul eden durumlardan kendini özgür kılmıştır. Zira akrabası yok, ailesi yok, malı mülkü yok bu nedenle yalnızca Allah için ve kendi kurtuluşu için yaşar. Yuhanna’nın sivil arkadaşlarına manastır-dan yazıp gönderdiği birçok mektuplar bize kadar ulaştı. Ve bu yazılar muhtelif teolojik konulara ait araştırmaları içerir. Mesela bunlardan meşhur olan biri Stilif-yos’a yazmış olduğu ve yeni hayatını anlattığı mektuptur. Yukarıda anılan kitabında olduğu gibi Yuhanna burada rahiplik hayatının üstünlüğünü ve kutsallığını izah eder. Ve bunun gibi ünlü olan diğer bir yazısı da Dimitrios’a yazdığıdır. Burada da Yuhanna’nın, kurtarıcımızın dağdaki vaazında belirttiği hedefleri içeren ve insan-ların yaşamlarıyla ihanet edip karıştırdıkları ulvi Hristiyanlık yaşamına ilişkin daima mücadeleyi yücelten ve dostlarının yüreğinde bunu sabit eylemeye yönelik çalış-maları yer almaktadır.

Bütün yüreğiyle ve şiddetli bir hamaset ve canlılıkla kendini teslim ettiği manas-tır yaşamı artık Yuhanna’yı razı etmiyordu. Manastırda geçen dört yıllık yaşamdan sonra uzak bir dağa intikal etti. Ve bu dağlarda derin bir mağara arayışına girerek orada dünyadan uzak ve mahpus bir rahiplik hayatı geçirdi ve zorlu görevleri tamamladı. Hiçbir insan sesi duymadığı bu rahiplik yaşamında yine hiçbir insanın aklına gelmeyecek çok zor kuralları kendine uygulayarak, mağarasının yakınında bulabildiği otlar ve benzeri şeylerle besleniyordu. Bu şartlarda Yuhanna dağlarda daima ibadetle ve bireysel ümitlerle iki yıl yaşadı. Oruç ve mücadele ile geçen bu altı yıllık sürede Yuhanna ilahi kuralları düşünüyor ve kendi öz benliğini araştırı-yordu. Bu sayede, Allah’ın kelamını anlamada esaslı bir ilim ve Hristiyanlık inancı ile ilgili sarsılmaz bir iman ve beşeri yürekleri anlamada derin ve müthiş bir bilgi edindi, öyle ki sanki kendi öz varlığının derinliklerine kadar indi. Bütün bunlar, birçok insanın girmeyi arzuladığı yüksek bir okul mertebesindeydi, müthiş bir âlim, güçlü ahlaki lider ve insanların yüreklerinin ve özlerinin sahibi Altınağızlı’nın insani kimliğini bütün bunlar terbiye etmiştir.

Yuhanna için yaşamı bu şekilde sürdürmek ve kendini bu taş mezara gömüp meçhul birisi olarak göçüp gitmek mümkündü. Ama yüce tanrı, bütün beşeriyeti parlayan meşalesiyle aydınlatan bu şahsı ilan edip göstermeyi istedi. Zira o doğal yetenekler yüksek bilgiler ile donanmış ve sınırı aşan oruç mücadeleleri ile temizlen-miş biriydi. Aklın bundan daha zor ve ağır olanını düşünemediği mücadeleler ile mahrumiyetler Yuhanna’nın sağlığını yıktı ve çok zayıf bir duruma düştü. Normal olmayan beslenme nedeniyle midesi zayıfladı ve mağaradaki rutubetten dolayı vücu-dunda ağrılar oluştu. Ve sonunda felç olacak duruma geldi. Ve nihayet 380 yılının sonunda Yuhanna bu mutlu yalnızlık hayatından kaçıp vatanı Antakya’ya dönmek zorunda kaldı. Ve burada doğal yaşam şartları sayesinde süratle sağlığı düzeldi. Yalnızlığı çok sevmesine rağmen artık o yaşama dönmedi ve sanki ilahi inayetin kendisine neler sakladığını anlamıştı. İnsanlarla kaynayan bu şehir içerisinde Yu-hanna, insanın kendi kendisine ve onu yaratana karşı olan görevlerinden başka, yakınlarıyla olan ilişkilerinde görevleri olduğunu hissetmişti. Ve bunun için kitabın-da rahiplikten önce şu sözleri boşuna yazmadı:

Rahiplik insanlardan en iyi olanını cezp etmemeli ki, beşeriyetin büyük kesimi onların iyi etkilerinden mahrum olmasın. Yalnız şehirlerde yaşayanların buradan göç etmemesi zaruri değildir. Çöllerde rahiplik hayatı sürenlerin şehirlere gelip kötülük-lerin ve eksikliklerin yayılmasını etkileriyle önlemeleri gerekir. Ve şimdi ise Yuhanna’nın yüreğine, hristiyan olan birini, bundan daha az önemli olmayan ve kendi nefsiyle olandan daha az mücadele istemeyen bir görevin beklediği korkusu yerleşti. Bu da yakınının çıkarı için kendini inkâr etme görevidir. Ve bu andan itibaren Yuhanna kendini bu yeni mücadele türü için adadı. Yani başkasına hizmet mücadelesi. Ve bu hizmetler onu öyle acı belalara götürdü ki fakat kendisi hristiyan-lık âlemine değeri biçilmez yararlar sundu ve bununla Altınağızlı’nın adı sonsuza dek yücelikle ölümsüzleşti. Daha önce kutsal ve onurlu episkoposluk rütbesinden kaçınan bu şahıs şimdi ise doğru insan Antakya Episkoposu Melatyos’un teklifiyle Antakya kilisesinde mütevazı Diyakonluk rütbesini kuşanmak için boynunu itaatle eğdi. Ve bu rütbe ile beş yıl hizmet etti. Gayretle ve kendini inkârla bu görevin gereklerini yerine getiriyordu. Günlük hizmetlere katılıyor, Kilisenin ve kilisede yapılan dinsel toplantıların düzenine münazara ediyordu. Çok zorluğu olan ve dikkat isteyen kilise yardımları faaliyetlerini yükleniyordu. Yani Yuhanna fakirleri ve hastaları araştırıyor ve onları ziyaret ediyor, onların yoksulluklarının yükünü hafif-letiyor ve muhtaç olanlara maddi yardım hizmetleri götürüyordu. Ve Allahın müba-rek eylediği bu tür onurlu hizmetler Yuhanna için ahlakını zengin bir şekilde terbiye eden ve büyük kişiliğini ruhsal yönden tamamlayan bir hazine değerindeydi. Çünkü bundan önce uzunca yaşamış olduğu yalnızlık, bütün düşüncelerini yalnızca kendini kurtarma amacına yöneltebilirdi. Ve beklide insanlara olan sevgi nurunu zayıflata-bilir ve temiz kalbinin hararetinden bir şey söndürebilir ve yakınının acılarına ve ihtiyaçlarına olan ihtimamını azaltabilirdi. Zira eğer yakınını görmüyorsan onu ve ümitsizliklerini unuta bilirsin. Ama diyakonluk görevi Yuhanna’nın önüne insanların acıları ve sorunlarından canlı bir görüntü koydu. İnsanların acılarına bakmak ağır ve sevilmeyen bir durumdur. Ama mademki acılar yeryüzünde devamlı olarak mevcut, kim olursa olsun her insan için onlara bakmak yararlı ve terbiye edicidir. Başkaları-nın musibetleri ve gözyaşları etkilenmemeyi ve aldırmazlığı aşar ve hatta kuru gönüllerin derinliklerinde iyi duygular ve onurlu gayretler yaratır, yüreği yumuşatır ve canlandırır ve onu kendini inkâra ve fedakârlığa yöneltir. O halde Yuhanna’nın gözleri önüne serilen ve insanların acılarıyla dolu feci manzaranın onun hassas gönlünde oluşturduğu etkiyi açıklamaya gerek yok. Her halükarda bilindiği gibi, Diyakon Yuhanna’nın fakir ve yoksullara vermiş olduğu ilk kurul onun arta kalan kendi mallarındandı. Hâlbuki Yuhanna geliri çok olan bir vazifeye mensuptu ve isteseydi kendine büyük servetler edinirdi. Oysa kendisi çölde yaşadığı yıllardaki âdeti üzere, şimdiki işinden hiçbir gelir elde etmiyor ve kendine hiç bir şey bırakmı-yor, aksine sahip olduğu her şeyi fakirlere dağıtıyordu ve kendisi en yoksul birisi olarak kaldı. Diyakon olarak Yuhanna’ya vaaz verme hakkı tanınmadığı için devam eden görevi içerisinde, nasihat ve teselli edilmeye ve cesaretlendirilmeye muhtaç olanlar için mektuplar yazmaya geniş bir vakit buluyordu. Bu arada tanrının inayeti ile sıkıntılı bir ruhsal durumda bulunan Estağir adlı bir dostuna üç kitap yazdı. Bu kitaplar, insan yaşamında tanrısal inayetin izin verdiği acı ve ızdırapların manasına ilişkin uzun ve değerli bir tanrısal yorumu içeriyordu. Daha sonra Yuhanna, sevgili eşini kaybetmiş genç dul bir bayana teselli kitabı yazdı. Bu kitap ile bakirelik konu-sunu içeren diğer bir kitap, pederlerin meşhur kitapları arasında sayılır. Bu kitaplar Hristiyanlıkta bakireliği ve iffetli bir dul olmanın değerini metheden güzel ve sevin-dirici ezgilere benziyordu. Bu dönemde Yuhanna savunma amaçlı bir kitap daha yazdı. <<Yulyanos ve Putperestliğe karşı Aziz Babila hakkında kitap>>. Bu kitapta, Antakya Episkoposu olan şehit Aziz Babila’nın hayatını duru bir dil ile anlatmakta-dır. Aynı kitapta Yulyanos’un hristiyanlara uyguladığı zulümlerden aklında kalanla-rı da tarihçe şeklinde açıklamaktadır.

386 yılında kırk yaşlarına gelince papazlık rütbesine yükseldi. Ruhani görevler papazlar arasında bölüştürülmüştü. Bazıları özel bir şekilde dini hizmetleri görüyor ve diğerleri de tanrı sözleri üzerine vaazlar veriyordu. Hatip ve yetenekli olduğu için Yuhanna’ya son görevi yani vaizlik görevi verildi. Bu andan itibaren, ölümsüz bir şöhret ve yücelik kazandığı hitabet çalışmaları yayılmaya başladı. Hitabet mesleği, Yuhanna’nın asıl değerli ve gönlüne yakın olan davaydı. Bu yeni mesleğine yorgun-luk bilmeyen bir azimle teslim oldu. Vaazları, Antakya Katedrali vaaz kürsüsünden, elçilik kıskançlığıyla tabedilmiş büyük bir sel gibi akıyordu. Vaazlarını bayram gün-leri, Pazar ve cumartesi günleri veriyordu. Bunlara ek olarak hafta arası bir veya da-ha fazlasını da veriyordu. Bazen sabah ve akşam duaları esnasında olmak üzere günde iki vaaz verdiği oluyordu. Bazı zamanlar da, şiddetli sıcakların ve günlük ya-şam koşullarının onları kiliseye gelmekten engellemesin diye cemaate filan gün erken saatte vaaz vereceğini de ilan ederdi. Ve birçok kez vaaz kürsüsüne gece çıkıp vaaz verirdi. Bazen de bir gerçekle ilgili olarak günlerce devamlı vaaz verirdi. Kimi zamanda aniden Episkoposun verdiği bir konu hakkında vaaz verirdi. Birçok kez de kendi Episkoposu erken davranıp başladığı vaazı sona erdirmek zorunda kalırdı. Birçok defa orada veya burada aniden vaaz vermeye davet edilirdi. Böyle durumlar-da vaazı hazırlamak ve yazmak için zamanı olmazdı ve çoğunlukla konu ile ilgili az da olsa düşünmeye fırsatı olmazdı. Bu nedenle, genellikle vaazları irticalen yapardı.

Önünde süratle oluşan bir durum veya anlık bir görüntüye ilişkin bir vaaz konusu yapması onun için nadir görülen bir şey değildir. Buna örnek olarak, bir kış günü Yuhanna kiliseye giderken yırtık elbiseler giyinmiş ve soğuktan titreyen fakirler görür ve hemen vaaz kürsüsüne çıkıp şöyle der<< çok önemli ve bize dokunan bir konu hakkında size hitap etmek istiyorum. Bu saatte yoksul fakirler gördüm, beşeri şefkat ve sevgi konusunda size hitap etmemeyi bir hata ve acımasızlık olarak görü-yorum… Vs.>> ve sözleri bu konu üzerine gittikçe uzayıp döküldü. Bir diğer örnek: Bir defasında vaaz vermeye başladıktan sonra, cemaatin dikkatlerinin kilisede yanan mumlara yöneldiğini gördü, konuyu değiştirip şöyle dedi << Bütün gayretlerimi, yüreklerinizde Allahın nurunu yakmaya yöneltiyorum, ama görüyorum ki basit mumlar sizin dikkatinizi daha çok cezp ediyor, hangisi bizim için daha önemli? Ruh-sal bilgi ışığı mı, yoksa şu sıradan mumların ışığı mı?>> Ve sözleri bu sürpriz konu üzerine yoğunlaştı. Ve tâbi ki bu konuya önceden en ufak bir hazırlık yapmamıştı.

Yuhanna’nın muhtelif konularla ilgili yüzlerce vaaz ve konuşmaları zamanımıza kadar geldi. Teolojik veya inanç esaslarına ilişkin yorumlar ve Hristiyanlık eğitimi veya kutsal kitap’ın düzenli açıklamaları veya ahlak, tartışma, savunma ve övme konuları ile dürüst din adamlarına düzülen methiyeler. Bütün bunlar Altınağızlı’nın verdiği vaazların bir kısmını teşkil eder. Zira o Antakya ve Kostantiniye’de on sekiz yıl süren dini liderlik hizmetleri sırasında sayısız vaazlar vermiş ve insanlar bütün bunları yazmadı ve hatta yazılmış olanlarında birçoğu elimize geçmemiştir.

Altınağızlı’nın vaazları anlamca zengin, hisleriyle kuvvetli, vefasıyla büyüleyici ve yürekten lehçesiyle normal olmayan basitliği ve anlaşılmaya yakın kalıba sahipti ve aynı zamanda müthiş canlılığıyla sözlerinin güzelliği ve güçlü tasviri ve dinleyen-lere olan etkisi ile kilise için hitabetin paha biçilmez mücevheratı ve ölümsüz bir örneğidir ki tezgâhında kemalin başarıları dokunur. Hitabet yeteneği o asırda sahibi-ne, insanın sahip olduğu diğer bütün yeteneklerden daha yüksek bir mertebe sağlardı Libanyos ve benzeri hatipler çağdaşları arasında saygıyla ve özel bir dikkat ile takip edilirdi. Oysa Libanyos medresesine mensup putperest hatiplerin bu yetenekleri büyük yanılgılarla sınırlıydı. Boş cümlelerle, teknik bir ifade tarzı ve kulağa hoş gelen sözlerle etki yaratırdı. Ama yüreğe hitap etmez ve onu etkileyemezdi. Ama şimdi,Altınağızlı'nın ağzından buna tamamen aykırı bir akıcı hitabet doğdu. Görünü-şüyle son derece basit ama büyük bir içsel güçle dolu, bu hitap kişinin doğru ve mümin inancının yürekten ateşinin hararetini almış bir canlılığa sahiptir. Altınağızlı söz sanatının bütün tekniklerini kullanmaktan sakınırdı ve cümlelerin dış güzellikle-rine asla tevessül etmezdi. Bununla birlikte vaazının ateşiyle ve samimiyeti ile canlı-lığıyla insanları dehşete düşürüyordu. Her düşüncesinde ve her kelimesinde kuvvet yükseliyordu. Çünkü bunları yaşamdan ve gerçeklerden alıyor ve örneklerle, karşı-laştırmalarla, istişareler ve herkesçe bilinen açık ve o derece ikna edici ki reddi mümkün olmayan benzetmelerle yorumluyordu. Suni olmaktan uzak bu güzel konuşma ruh ve yürekle canlı idi. Kalpleri sihirleyen böylesi Antakya da hiç duyul-mamıştı. Bu nedenle halk Yuhanna’nın sözlerini dehşetle ve cazip bir duyguyla dinliyordu. Hızlı yazan kâtipler Yuhanna’nın vaaz verdiği kiliselere geliyor ve on-dan bazı sözler kapıp bunları neşredip halka satmaya uğraşıyorlardı. Vaazlarda söylediği fikirleri halkın arasında ağızdan ağza dolaşırdı. Ve son haber misali dilden dile nakledilip tartışılırdı. Vaazları toplantılarda, ziyafetlerde ve çarşılarda okunurdu. Ve birçokları bunları ezberlerdi. Bu müthiş ve olağanüstü hatibin şöhreti Antakya dışında uzak yerlere kadar yayıldı. Ve bu şöhret bütün Hristiyan âlemine yayıldı denebilir. Birçok yörelerden ve başka şehirlerden gelen halk Yuhanna’nın vaaz verdiği kürsünün etrafında toplanırlardı. Yahudiler, Putperestler ve dinde sapkınlık-lara düşenler bu Ortodoks hatibe âşık oldu ve bazı zamanlar onu dinlemek için kiliseye gelmekteydiler.

Ama Yuhanna’nın vaazların halk üzerinde mucizevî ve olağanüstü bir etkisi vardı. Ve çok zamanlar onu dinleyenler vaazın etkisiyle kiliseyi ağlayış ve iniltilere boğarlardı. Ve kendilerini yerden yere atıp elbiselerini parçalar, sinelerine vurup tövbe ve pişmanlıktan acı duyarlardı. Ve birçok dinleyiciler bu hatibi, tiyatrodan kiliseye geçen adet üzere heyecanla alkışlarlardı. Ve Yuhanna onları süratle susturur ve çoğu zaman onlara sitem ederdi. Ve Yuhanna halkın sevgilisi olmuştu. Ve bu büyük halk ona şevkle bakıyor ve ona saygı gösteriyordu ve onu lezzetle dinliyor ve vaazlarını kaçırmamaya özen gösteriyordu. Vaaz esnasında bir kelimeyi bile kaybet-memeye çabalıyorlardı. Ve Antakya halkı Yuhanna’yı nasıl yücelteceklerini veya nasıl bir sıfat vereceklerini ve ona olan saygı ve sevgilerini nasıl belirteceklerini bilemiyorlardı. Ona, Allahın ağzı, Mesih’in sözleri, Pavlus’un ağzı, Altın söz, Tatlı ses, Bal akıntısı ve benzeri lakaplar taktılar. Ve sonunda halk Allahın ağzı lakabı yerine ona Altınağızlı adını tercih etti. Ve bu isim sonsuza kadar onunla kaldı. Kilise gelenekleri bu ismi ilk kez Yuhanna’yı kilisede dikkat ve saygıyla dinlemekte olan bir kadının, konulardan birini anlamakta zorlanınca ve yarı kendinden geçmiş bir halde Yuhanna’ya <<Ey ruhani öğretmen Altınağızlı Yuhanna. Sözlerinin hikmeti öyle derinleşti ki aklım idrak edemiyor>> diye haykırması sonunda, bu sözlerin Allah’ın ilhamıyla söylendiği kabul edilerek o andan itibaren bu büyük hatip Altın-ağızlı lakabıyla herkesçe anılmaya başladı.

Altınağızlı’nın şöhretini genişleten ve onun ahlaki sultasını yücelten olay şöyleydi: Antakya halkına ağır bir vergi salınır. Bu vergi, krallık tahtında onuncu yılını kutlayacak olan Suzosyos’un şerefine yapılacak törenler ile Arkadyos’un, Afgosta veliaht’ı ilan edilişinin beşinci yıl törenleri ve şehrin savaş gereçleri için kullanılacaktı. Antakya halkının içinde büyük bir hoşnutsuzluk dalgası yayıldı. Bazı karanlık şahsiyetler ise bu fırsattan yararlanmaya kalkıştılar. Her yörede ve her şehirde olduğu gibi Antakya’da da tembel, çalışmayan, fitneci bir gurup mevcuttu. Karanlık şahsiyetlerin kışkırtmasıyla bu gurup harekete geçti ve şehirde geniş çaplı bir ayaklanma meydana getirerek birçok resmi binayı yerle bir edip imparator ve hanedan ailesine ait kişilerin heykellerini devirip kırdılar. Böyle bir çılgınlık yapan halk derhal aklını başına toplayarak korkuya kapılıp kendilerine verilecek cezayı beklemeye başladılar. İmparatorluk onuruna karşı işlenen böyle bir suçun o zaman çok acımasız ve ağır cezası vardı. Böyle bir ortamda Antakya halkının kulağına sanki gerçekmiş gibi bazı haberler gelmeye başladı. Ve bu haberler Antakya halkının istinasız hepsinin kovulacağı ve birçoğunun idam edileceği ve şehrin kurulduğu yerin yakılacağı ve tarım arazisine çevrileceği yönündeydi. Böyle durumlarda her zaman görüldüğü gibi, halkın arasına fitne sokanlar ve karışıklıkları çıkaranlar ortadan kayboldular ve geri kalan halk ise ümitsizliğe teslim oldular. Şehrin üzerine korkunç bir suskunluk çökmüş ve şehrin bütün eğlence merkezleri kapanmıştı. Tiyatrolar, oyun yerleri, hamamlar bugünün eğlence ve vakit geçirme merkezleriydi. Yalnızca kilise insanlara kucak açmıştı. Halk kiliselere koşup, bu beladan kurtulmak için tanrıya dua edip yalvarıyorlardı. Bu esnada soruşturmalar başladı ve halk birçok işkencelere ve sürgünlere ve ölümlere maruz kaldı.Bu arada Altınağızlı Yuhanna’nın beklenen mahareti ve hatipliği ortaya çıktı.Korku ve endişenin halk üzerinde hüküm sürdüğü böyle bir anda büyük hatip ustanın güç ve cesaret veren sesi yükseldi. Altın-ağızlı bu korkunç günleri halka hizmet maksadıyla kullanma fırsatını yakaladı. Ve bu esnada vatanına ve halkına değeri biçilmeyecek hizmetler sundu. Meydana gelen bu olaylara ilişkin halka birçok vaazlar sundu. Altınağızlı, bu ümitsizliğe düşen şehri karanlık bir resmini çok net ve açık renklerle ve eklemleri sarsacak güçteki kelime-lerle tasvir eder. Halkın mal ve mülkünü nasıl bırakıp çareyi kaçmakta aradığını, sıranın kendisine ne zaman geleceğini nasıl bir korkuyla beklediğini, şiddetli korku-nun yüreklerde nasıl karanlık bir duygu yarattığını ve ahmakça haberler ve söylenti-lerin yayılmasına sebep verdiğini açık bir dille anlatır.

<<Size neyi ve nasıl anlatayım. Şimdi vaaz zamanı değil gözyaşı zamanıdır, ağlama zamanıdır, söz söyleme vakti değildir. Dua etme zamanıdır, serserilik yapma zamanı değildir. Olay korkunç ve yaralar çok acı ve şifası zor, yüce tanrının gücün-den başka hiçbir kuvvet bize yardım edemez. Ağlayışlar sesimi kesiyor ve konuşma-ma mani oluyor. Susmayı tercih ederdim. Ama hüznümüzün karanlığını kim yok edecek ve bu şaşkın düşüncelerimizi ne aydınlatacak? Kulaklarımızı ve yüreklerimi-zi efendimizin öğretilerine çevirelim. Bu mekâna sevinçle girerdik, şimdi ise acıla-rımızı tanrıya sunalım ve ümitsiz anlarımızda ondan uzaklaşmayalım ve o bizi red-detmeyecektir. Ve bizi himayesine alıp rahatımızı verecektir ve ağlayışımızı sevince çevirecektir. Ağlamayalım ümitsiz olmayalım ve korkmayalım. O tanrı ki bizler için kanını akıttı şimdi bizden kurtuluşu esirgemeyecektir.>> Bu acıklı sevgi sözleri ve parlak ümit, hüzün ve umutsuzlukla kırılmış olan kalpler nezdinde büyük bir kabul gördü, korku yerini, sakin bir hüzne ve serin bir ezikliğe bıraktı ve Altınağızlı, korkuya kapılmış olan bu halkın duygularına tamamen hâkim oldu, halkın dağınık ve şaşkın fikirlerini toplamayı başardı ve halkı doğruluğa sevk etti. Bu büyük suçla ve diğer günahlar ve eksiklikler ile ilgili samimi tövbe gözyaşlarının akmasını sağladı. Diğer taraftan da insanları tanrısal himaye ümitleri konusunda cesaretli kılmayı başardı. Altınağızlı halkı canlandırıp bu fırsatla da halka hristiyanlığın kutsal duygularını aşıladı. Bu arada oruç dönemi başlar ve Antakya halkı kilisenin tesellisiyle haftalar geçirir ve bu süre içinde sonsuz bir sabır ve özlemle Altınağız-lının güçlü ve hamasetli vaazlarını beklerlerdi. Ve onun kişiliğinde, büyük göksel babayı görüyorlardı. Bu sırada Antakya Episkoposu şeyh Filafyan Altınağızlının yazdığı etkili bir mektupla, Antakyalı suçluların affedilmesi için Kostantiniyeye imparator Teodosyos ile görüşmeye gitti.

İmparatora takdim edilen mektup oldukça uzun ve insanı ikna etme güç ve ikti-darı ile yazılmış en güzel bir örnekti. Bu mektuptan bazı bölümleri almak çok zordu çünkü bütünüyle bir şaheserdi. Teodosyos’un Antakya halkına birçok iyilikleriyle dönen Episkopos Filafyan, Altınağızlı'nın sözleriyle şöyle der << Ey şefkatli baba ve iyiliksever kral seni çok öfkelendirdik ve acı çekiyoruz, güneşe bakmaktan utanıyo-ruz, utanç gözyaşları gözlerimizi karartıp yakıyor. Oysa yaralarımız için bir ilaç var ey kral. Tanrı insanı yarattı ve ona cenneti hediye etti. Ama insan İblis’in hasediyle cennetini yitirdi ve yaratanını üzdü ama Allah sınırsız merhametiyle onu affetti ve yersel cenneti geri verdi ve bize göklerin egemenliğini açtı sen de ey Mesih’i seven kral aynı şeyi yap bizi ve şehrimizi helak etme, bizi bu suça iten şeytanların istediği-ni yerine getirme ve sevginle tanrıya benzeyerek suçumuzu görme yalnız kendi nefsimiz için senden merhamet beklemiyoruz bütün hristiyanlar bunu senden istiyor çünkü bütün dünya senin kararını bekliyor. Zira kararın Yunanlıların, Yahudilerin ve barbarların kulağına varınca, Hristiyanlık imanındaki bu mucize nedir diye haykıra-caklar, beşeri tabiatı yenen hristiyanların bu ilahı ne büyüktür ki ezilmiş insanı kinden yoksun bir melek haline getiriyor, idam ederek terbiye etmek kolay bir şey ve herkes için bu yol mümkündür. Ama seni üzenlere merhamet edip şefkatli olman ancak tanrının seçtiği insanlara özgü bir tanrı vergisidir. Ey kral ben sana yalnızca Antakya halkı tarafından gelmedim, beni sana Allah gönderdi ve ben onun hizmet-kârıyım ve ahlaklı yüreğine kutsal vaadi hatırlatmak için gönderildim. << Eğer insanlara suçlarını bağışlarsanız, semavi babanızda sizin suçlarınızı bağışlar. Ve şimdi ey kral son gününü anımsa ve beşeri hatalarını bu doğru amel ile yıka. Senin önünde altın ve hediyelerle diz çökmüyorum senin büyüklüğüne elimde tanrının yasası ile geldim ve senden, bizden üzgün olan tanrına benzemeni diliyorum. Onun sınırsız bir doğruluğu ve şefkati var, umutlarımızda bizi utandırma ve sana olan dileklerimize yüz çevirme…>> Ve bu dileyişler başarı ile sonuçlanır, doğru ve hikmet sahibi imparator Teodosyos bu mektubu dinleyince çok derinden etkilenir. Ve şöyle cevap verir << Eğer efendimiz, kendilerine iyilik yaptığı kulları tarafından haça gerildi ve onlar için dua ettiyse, ben insan olarak benim gibi olanları affetme-meye nasıl gücüm yeter>> ve Antakya’ya geniş ve tam bir af hibe eder. Ve Epis-kopos Filafyanos’un derhal gidip tehlikeyi beklemenin ızdırabını yaşayan Antakya halkına güvenceyi yetiştirmesini talep eder. Ve Episkopos Filafyanos Paskalya Bayramında Antakya halkına bayram sevincinin parlaklığını ikiye katlayan müjdeli haberle Antakya’ya gelir. Ve böylece Altınağızlı’nın cesaretlendirmeleri ve emin olduğu fikirler gerçekleşir. İmparator önünde okunan dokunaklı dileyiş mektubu sayesinde bu korkulu fırtına geçer. Bu, Altınağızlı’nın en büyük zaferiydi. Ve hatta onu korkarak dinlemeye gelen putperestler bile şimdi onun mucizevî ruhsal gücüne inanarak onun eliyle vaftiz olup Hristiyanlık imanına girdiler.

Altınağızlı, Antakya’da on bir yıldan fazla hizmet yaptı. Ve kilisede verdiği sayısız vaazlarla birçok kutsal kitabın yorumunu yaptı ve o zaman ortaya çıkan birçok sapkınlıkları ve ayrılıkları yok etti. Ve her şeyden çok Antakya hristiyanları-nın davranışlarını ıslah etti ve ahlaki seviyelerini yükseltti. Ve bu özellikleriyle de güçlü ve etkili sayısız vaazları ün saldı. Mesela bunlardan, dinsel ahlakın hafifliği ve imanın kıtlığına karşı, hurafelere karşı, süslenme ve moda karşıtı, gösteri tiyatro ve oyunlara karşı, köleler yoksullar ve hastaların maruz kaldıkları kötü muamelelere karşı savunulmaları hususundaki vaazları sayılabilir. Altınağızlı Antakya’da ömrü-nün en güzel günlerini geçirdi. Çektiği sürekli yorgunluklar ve rahiplik yaşamında ki daimi koşuşturmalarını bir tarafa bırakırsak, bu süre en mutlu yıllarıydı. Bu emek ve yorgunluklarının boşa gitmediğini anlayıp görünce ahlaki rıza ile o yüce duyguların sevkle tadına vardı. Çünkü halkı onu seviyor ve dinliyordu ve en azından onu dinle-meyi istiyordu. Ve gerçekte kemalin zirvesine yetişen bu ruhani lider ile cemaati arasında karşılıklı ve canlı ilişkiler oluştu. Ve denilebilir ki ilişkilerin en üst zirvesi oluştu. Altınağızlı kelimenin tam anlamıyla halkın yüreğini kendine tabi kıldı. Ve bu yürek gizli ahlaki bağlarla bağlanmıştı. Ama Altınağızlı’nın akılları çelen kişiliğine özlem duyan güçteydi. Altınağızlıya duyulan bu metin ve ruhsal bağlılık ile samimi ve yürekten sevgi büyük ve etkileyici bir manzara idi. Altınağızlı bir rahatsızlık ve bir yolculuk nedeniyle ayrıldığı veya uzun bir süre onu dinlemedikleri zaman halk bir özlem duyuyordu. Kısa bir ayrılık süresinden sonra da olsa Altınağızlı kürsüye çıktığı zaman halkta fırtınalı bir hareketlilik oluşuyor ve halkın yüreğinden çıkan sevinç ve mutluluk seslerinden kilisenin kubbeleri bile sağırlaşıyordu. Halkın bu sevgisi, Altınağızlı’nın sevgiyle dolu yüreği tarafından cevapsız bırakılmıyordu. Zira muallimin yüreği, cemaatinin üzüntülerinden ve acılarından ızdırap duyuyor ve hastalanıyordu. Yalnızca onların dini lideri olduğu için değil ama yüreği sevgi ve acıma duygularıyla dolu bir insan olarak bunları hissediyordu. Onlardan uzakta iken onları özlemek ve ağlamak mümkündü. Bir defasında sefer dönüşü onlara şöyle seslendi: Sizi bir gün bıraktım ama bana sanki bir yıl gibi geldi. Sizlerden uzakta size olan özlemimi ve üzüntüyü hissediyorum. Ve yine bir defasında hastalığından şifa bulduktan sonra onlara şöyle dedi: Bana acı veren şey sizlerden ayrı kalmaktır ey sevgili kardeşlerim. Zira size olan sevgim sağlığımdan daha kıymetlidir. Yorgun-luktan zayıf düştüğü bir gün, yakında bulunan manastırlardan birine gidip birkaç gün dinlenmeye karar verdi. Ama halk onu mektuplara boğdu ve onları uzun zaman terk etmemesini, en kısa zamanda dönmesini kendisinden dilediler. Ve Altınağızlı süratle döndü ve vaaz kürsüsüne çıkıp selendi: Siz beni bu şekilde anıyorsunuz ve bende sizi bir an olsun unutamadım. Sohbetlerimi dinleyişinizi, vaazlara ve vaazı verene olan sevginizi anımsıyordum, kısacası bütün güzelliklerinizi görüyordum ve bu da sizden uzakta size olan özlemimi hafifletiyordu. Otururken veya evde dinlenirken veya dışarıda hareket halinde iken size olan bu duygularım beni takip ederdi öyle ki gece uykumda bile gündüzün sevincinde olduğu gibi sizin bu tatlı anılarınızla besle-nirdim. Sizin isteklerinizin direnişine karşı koyamam iyileşmeden önce sizlere gelip sizlerin yanında iyileşmeyi beklemek isterim ama işte kalktım ve size geldim. Cemaatine karşı Altınağızlı’nın nasıl suni olmayan bir samimiyeti ve nasıl şiddetli bir Hristiyanlık gücü fışkırdığını şu sözlerinden de görünüz: Sizi yüreğimde taşıyo-rum ve bütün düşüncelerim sizinle meşgul, sizi büyük halksınız ve sevginizde bü-yüktür. Gönlümde her birinize yer var, gönlüm hepinizi alır. Sizden başka bir yaşan-tım yok. Sizin kurtuluşunuzdan başka bir sorunum yok. Halk da sadık liderine karşı büyük ve hararetli bir sevgiyle cevap veriyordu. Onun korkunç yasaklayıcı ve yara-layıcı azarlama sözlerini itaatle dinlerlerdi. Bu tür yasaklama ve azarlamalar vaaz kürsüsünde diğer konulardan daha fazla duyulurdu. Antakya ahalisinin düşüncesiz-liği ve doğrulukta sebat etmemesi ve eksiklikleri Altınağızlı’nın ağzından adil bir kızgınlığın ve gazabın dökülmesine yol açıyordu. Örneğin: Ben sizin alkışlarınızı istemiyorum bu gürültülerden de razı değilim, diyordu. Altınağızlı ateşli bir şekilde şöyle haykırıyordu: Beni sessizce dinlemenizi ve nasihatlerim doğrultusunda yaşa-manızı istiyorum. Benim istediğim övgü budur. Siz şu anda tiyatroda değilsiniz bende bir oyuncu değilim. Burası ruhani bir okuldur… Vb. Ve bir keresinde şöyle dedi: Neler oluyor, kiliseyi bir tiyatroya çevirdiniz. Kadınlar buraya layık olmayan bir şekilde, utanmadan ve açık kıyafetlerle geliyor ve arkalarından da küstahlar giriyor. Bana öyle geliyor ki kadınlar süslenmek için kiliseden daha iyi bir yer bulamıyorlar, burada alışveriş yapmak sahadan daha elverişli, burada daha iyi dedikodu yapılır ve yeni haberler yayılır düşüncesindeler. Böyle bir şey mümkün mü? Buna sabretmek olası mı? Ben burada her gün yoruluyorum ve size yararlı bir şey vermek için parçalanıyorum ama siz buradan daha beter bir zararla ayrılıyorsu-nuz. İşte Altınağızlı bu ve buna benzer çok acı vaazlar veriyordu. Gerçek yetki sahi-bi ruhani bir pederin ağzından daima bu tür vaazlar dökülüyordu. Islah olmaz ve kararsız ve son derece boş ve vicdansız insanlar vardı ki Altınağızlı’nın bu azarla-malarından dolayı ona kızıyor ve itiraz ediyorlardı. Ama bunların sayıları azdı. Ezici çoğunluk ise ona daima sevgi besliyorlardı. Hatta onun söylediği yaralayıcı sözlerde bile bir samimiyet ve sıcaklık görüyorlardı.Ve yüreklerinde, Altınağızlı'nın bütün vaazlarına hâkim olan sevgi kokusunu soluduklarını hissediyorlardı.

 

                                          

ÖNSÖZ / Íçindekiler / Altınağızlı Kostantiniye’de

11-11-2010 tarihinde yazéldé.

11-11-2010 tarihinde güncellenmiştir.

SAYFA BAŞINA DÖN