Öz Ortodoksluk doktrinleri ve emanetleri AZİZ PEDERLERİN SESİ

 

ALTINAĞIZLI YUHANNA’NIN VAAZLARINDAN

 

 

(AlténağézléYuhanna, Kateşezlerden,3, 13-19)

Mesih kanının gücü

Mesih kanının gücünü öğrenmek ister misin? Eski Ahit’in sayfalarını karıştırarak şeklini anımsayalım. "Bir yaşındaki bir kuzuyu kurban edin, der Musa, ve kanı ile kapıları işaretleyin" (Çıkış 12, 5). Neler söylüyorsun, Musa? Bir kuzunun kanı us sahibi insanı nasıl kurtarabilir? Pek tabii, yanıtlar gibi oluyor Musa, kan olduğu için değil de Rabbin kanını simgelediğinden. Düşman, kapıda eski simgenin kanı yerine, inanç sahiplerinin dudaklarında, Mesih tapınağının kapısında yeni gerçeğin canlı ve şanlı kanını görürse, eskiden yaptığını da aşarak zarar vermeden geçecektir.

Bu kanın gücünü daha derin şekilde anlamak istiyorsan, nereden akmaya başladığını ve hangi kaynaktan fışkırdığını düşün. Çarmıhta akıtıldı ve Rabbin böğründen fışkırdı. Halen çarmıhta asılı kalmış ölü Mesih’e bir asker yaklaştı diye anlatır İncil ve bir mızrak darbesi ile böğrünü deldi: su ve kan aktı. Biri vaftizin simgesi, diğeri de Efkaristiya’ nın. Asker böğrü deldi: bir hazineyi keşfettiğim ve mutluluk içinde görkemli servetler bulduğum kutsal tapınağı açtı. Kuzu için de aynı şey oldu: İbraniler kurbanı kestiler, ben ise o kurbanın ürünü olan kurtuluştan yararlanıyorum.

"Böğründen hemen kan ve su aktı" (bk. Yuh. 19,34). Azizim, bu gizi böyle kolayca geçme. Sana açıklayacağım başka bir gizemli anlam var. O suyun ve o kanın vaftizin ve Efkaristiya’ nın simgeleri olduğunu söyledim. Kilise bu iki kutsal gizemden, Vaftiz ve Efkaristiya sayesinde, Kutsal Ruh’tan edinilen yeniden doğma ve yenilemeden doğmuştur. Vaftizin ve Efkaristiya’ nın simgeleri Mesih’in böğründen çıkmıştır. Demek ki, Adem’in böğründen Havva’nın oluşturulduğu gibi, Mesih kendi böğründen Kilise’yi oluş­turmuştur.

Bu yüzdendir ki Musa, ilk insandan söz ettiğinde, "kemiklerimden kemik, etimden et" (Tekvin 2, 23) deyimini kullanıp, bize Rabbin böğrünü işaret ediyor. Nasıl ki Tanré, Adem’in kaburgasından kadını şekillendirmişse aynı tarzda Mesih Kilise’yi kurabilmek için bize böğrünün suyunu ve kanını vermiştir. Ve nasıl ki Adem uyumakta iken Tanré böğrüne dokunduysa, aynı şekilde Mesih, ölümün uykusunda bize kanı ve suyu vermiştir.

Mesih’in Gelin’ini kendisine nasıl bağladığını, bizi ne gibi bir gıda ile beslediğini gördü. Kanı sayesinde doğuyoruz, kanı ile yaşa­mımızı besliyoruz. Nasıl ki kadın çocuğunu kendi sütü ile besliyorsa, Mesih de yeniden canlandırdıklarını kendi kanı ile aynı şekilde ve sürekli olarak besliyor.

 (Yuhanna Alténagézlé, Kateşezlerden,3, 4-27)

İbranilere rehber olarak Musa vardı; bizlerin ise başka bir Musa’sı vardır, bize yol gösteren ve yöneten Tanré.

İbraniler mucizeler gördü. Sen de onların Mısır çıkışlarında gördüklerinden daha yüce ve ünlü mucizeler göreceksin. Sen ordusu ile boğulan firavunu görmedin, fakat askerleri ile batan şeytanı gördün. İbraniler denizi geçtiler, sen ölümü aştın. Onlar Mısırlılardan kurtarıldı, sen ise şeytanlardan. Onlar barbar bir köleliği terk ettiler, sen ise günahın daha acı olan köleliğini.

Daha yüce armağanlarla nasıl desteklendiğine dikkat et. Onlar gibi İbrani ve köle olmasına rağmen İbraniler Musa’nın parlayan yüzüne bakamadılar. Sen ise Mesih’in yüzünü tüm şanı içinde gördün. Pavlus da: "Ve biz hepimiz peçesiz yüzle Rabbin yüceliğini gördük" (II. Kor. 3, 15) diye haykırıyor. İbraniler Mesih tarafından izleniliyordu, şimdi ise 0 bizi daha gerçek şekilde izliyor.

Onlar Mısırdan sonra çölü buldular, sen ise ölümden sonra gökleri bulacaksın. Onların başında rehber olarak Musa vardı. Bizim ise başka bir Musa’mız vardır, bize yol gösteren ve yöneten Tanré.

Neydi ilk Musa’nın özelliği? Musa, der Kutsal Kitap, dünyanın en uysal insanıydı (Sayılar 12, 3). Bu özelliği son derece tatlı ve onunla aynı özden olan Ruh tarafından yardım gören, bizim Musa’ya da kesinlikle atfedebiliriz. Musa ellerini göklere doğru açarak meleklerin gıdası olan ekmeği  yağdırıyordu.  Bizim Musa’mız ellerini göklere doğru açar ve bize sonsuz bir gıda verir. İlki kayaya vurup ondan sel gibi sular fışkırtıldı. Bu ise sofraya dokunur, gizemsel masaya vurur ve Ruh’un kaynaklarını fışkırtır. Sofra’nın bir kaynak gibi, ortaya konulmasının nedeni budur: sürülerin her taraftan gelip sağlık verici sularla susuzluklarını gidermeleri için.

Böylesine bir kaynak, bir yaşam çeşmesi, değerlerle yüklü, tinsel iyiliklerle dolup taşan bir sofraya sahip olduğumuza göre uygun zamanda lütuf ve af elde edebilmek için içtenlikli bir yürek ve temiz bir bilinçle yaklaşalım.

Tanré’ınn tek Oğlu, Rabbimiz ve Kurtarıcımız İsa Mesih’in lütuf ve merhameti ile şimdi ve her zaman, yüzyıllar boyunca O’nun vasıtasıyla Peder’e ve Kutsal Ruh’a şan, şeref, güç olsun. Amin.

(Yuhanna Alténagézlé, Havarilerin İşleri Üstüne Vaaz, 3,1-3)

Havarinin hayatı imandır. Çünkü Havari imanı ilan eder.

"O günlerde Petrus, kardeşlerin ortasında ayağa kalkıp şöyle dedi..." (H.İ. 1, 15). En gayretlileri olup, sürü Mesih tarafından ona teslim edildiğinden ve toplantının başı olduğundan ilk olarak sözü o aldı: Kardeşlerim, aramızdan birini seçmemiz gerekiyor (H. İ. 1, 21-22). Yargıyı hazır bulunanlara bırakıyor, seçilmiş olanları her açıdan güvenilebilir sayıyor ve sonuçta çıkabilecek herhangi bir düşmanlığa karşı kendini koruyor. Nitekim bu denli önemli kararlar sık sık birçok çatışmaların nedeni oluyor.

Ya Petrus seçemez miydi? Tabi ki seçebilirdi, fakat taraf tutar gibi görünmemek için bundan kaçındı. Öte yandan Kutsal Ruhu daha almamıştı. "Böylece iki kişiyi, Barsaba denilen ve Yustus olarak de bilinen Yusuf ile Matiya’ yı önerdiler" (H. İ. 1,23). Onları kendi değil de topluluk önerdi. O, kendisinden gelmeyip, kehanette öngörüldüğünü kanıtlayarak, seçimi haklı gösterdi.

Devam ediyor: buna göre, yanımızda bulunmuş olan adamlardan birinin... (H. İ. 1, 21). Kutsal Ruh’un gelişme rağmen tanıklardan nasıl bir dikkat istediğine iyice bak; bu seçimi büyük bir gayretle ele alıyor.

Rab İsa’nın aramızda yaşadığı sürece bizle birlikte olan adamların arasından... diyerek sözüne devam ediyor. Çömezlerden değil, İsa ile yaşamış olanlardan söz ediyor. Başlangıçta çok kişi O’nu izliyordu. Bu yüzdendir ki, Yahya’nın sözlerini duyan ve İsa’yı izleyen iki kişiden biriydi diye vurguluyor.

"Yahya’nın vaftiz döneminden başlayarak Rab İsa’nın bizimle birlikte geçirdiği bütün süre boyunca..." (H. İ. 1, 21) evet öyledir, çünkü daha önceki olayları hiç kimse kesinlikle anımsamıyordu. Kutsal Ruh’tan öğrenmişlerdi. "İsa’nın yukarı alındığı güne değin, birinin dirilişine tanıklık etmek üzere bize katılması gerekir" (H. İ. 1, 22). Her şeye tanıklık etmek üzere demiyor, fakat sadece dirilişinin tanığından söz ediyor.

Gerçekten: Yemek yiyen, içen ve çarmıha çekilen O, dirilmiş olanın kendisidir deyip, tasdik eden biri daha çok inandırıcıydı Bu yüzden ne geçmişin, ne sonraki zamanın ne de mucizelerin tanığı olması gerekiyordu; salt dirilişin tanığı olması yeterliydi. Diğer olaylar biliniyordu. Diriliş ise gizlice olmuştu ve salt o az sayıdaki insanlar tarafından biliniyordu.

"Ya Rab, sen herkesin yüreğini bilirsin, göster bize" (H. i. 1, 24) deyip dua ediyorlardı. Çok doğru olarak, yürekleri bilen biri diye O’nu yardıma çağırıyorlardı: seçim başkaları tarafından değil de, onun tarafından yapılmasını işiyorlardı. Büyük bir güvenle dua ediyorlardı. Çünkü birinin seçilmesi zorunluydu. Seç fakat, seçileni "senin seçtiğini" göster. Nitekim her şeyin Tanré tarafından düzen­lendiğini biliyorlardı. "Ardından kum çektirdiler." Seçimi yapmaya kendilerini layık görmediklerinden, bir işaretle yönetilmelerini arzu ediyorlardı.

(Yuhanna Alténagézlé, Havarilerin İşleri Üstüne Vaaz, 20,4)

Işığınız insanların gözlerinde parlasın.

Kendi ‘yoksulluğunu öne süremezsin. Çünkü iki kuruş veren dul gelip, seni suçlayacaktır. "Ne altınım, ne de gümüşüm var" derdi Petrus, vazgeçilmez gıdalara sahip olmadığından açlık çekmiştir.

Alt tabaka doğmuş olmanı da öne süremezsin. Çünkü Havariler tanınmayan, kökenleri bilinmeyen insanlardı. Cehaletine de sığına­mazsın. Çünkü onlar da kültürsüz insanlardı. Sağlıksız olduğunu da iddia edemezsin. Çünkü Timoteus da aynı durumda idi: sık sık rahatsızlanırdı. Elinden geleni yapmak isteyen herkes karşısındakine yardım edebilir.

Meyve vermeyen ağaçların ne denli güçlü, güzel, iyi gelişmiş, bol yapraklı ve yüksek olduklarını görmüyor musunuz? Oysa ki, bir bahçemiz olsaydı, meyve veren nar ağaçlarını, zeytin ağaçlarını yeğlerdik. Öbür ağaçlar yararlılığa değil de hoş görünmeye aittir. Olan yararlılıkları ise çok azdır.

Salt kendi işleri ile ilgilenenler de böyledir. Aslında kıyaslanmaya bile uygun değiller. Çünkü yakılacak odun örneği başka işe yaramazlar. Bizim sözünü ettiğimiz ağaçlar ise inşaata, çatıda veya kaplamada kullanılabilirler. Meseldeki bakireler de öyleydi, temiz, iyi giyinmiş, namuslu, fakat kimseye hizmet etmeyen (bk. Mat. 25, 1-13). Bu yüzden yanıyorlar. Mesih’i beslemeyenlerin yazgısı budur.

Dikkat et: bunların arasında hiçbiri işlediği günahlar yüzünden suçlanmıyor. Ne ayartma var, ne yalan yere yemin, ne de benzer şeyler; fakat karşındakilere hiçbir şekilde yardım etmemekle suçlanıyorlar. Yeteneğini gömmenin durumudur bu: düzensizliği olmayan bir yaşamı sunabilir, ama karşısındaki için yararsızdır.

Böyle bir insan nasıl Hıristiyan olabilir? Yanıtlasana. Una karıştırılan ekmek mayası, una etkisini kazandırarak tümden değiştirmiyorsa, gerçekten maya olurmu ya da bir lavanta güzel kokusunu yaklaşanlara sürmezse, ona lavanta der miyiz hiç?

"Başkalarını etkilemem olanaksızdır" deme; çünkü Hıristiyan isen bunun olmaması olanaksızdır. Nasıl ki doğada olan tartışılmaz ise, bu durumda da öyledir: Hıristiyan’ın doğasına ait olan bir olaydır bu.

Tanré’ya hakaret etme. Güneşin parlamadığını söylersen, Tanré’ya hakaret etmiş olursun. Hıristiyan’ın yararlı olamayacağını söylersen, Tanré’ya hakaret etmiş olursun, yalancı yerine koyarsın. Güneşin ısı veya ışık vermemesi, ışığın karanlığa eşit olması Hıristiyan’ın ışık saçmamasından daha kolaydır.

Olanaksız olduğunu söyleme; olanaksız olan bunun tersidir. Tanré’ya hakaret etme. Yaşamımın iyi yönlendirsek tüm bunlar, bir çeşit doğal sonuçla olacaktır. Hıristiyan’ın ışığı herkesce görülür. Bu denli parlak bir meşaleyi hiç kimse gizleyemez.

(Yuhanna Alténagézlé, Havarilerin İşleri Üstüne Vaaz, 45)

Bu küçüklerin birini kabul eden, beni kabul eder.

"Bu küçüklerin birini kabul eden, beni kabul eder" diyor Rab. Bu kardeş ne denli küçük ise, Mesih o denli mevcuttur. Çünkü yüce bir kişi kabul edildiğinde, bu çoğu kez boş bir şan için olur; oysa küçük birini kabul eden bunu temiz bir niyetle ve Mesih için yapar. "Ben bir yabancıydım" diyor Mesih ve beni kabul ettiniz." Sonra da: "Bunu bu küçüklerin her birine yaptığınızda bana yapmış oldunuz." Bir inanç sahibi ve bir kardeş olduğuna göre, en küçüğü de olsa, onunla birlikte gelen Mesih’tir. "Bir peygamberi peygamber sıfatı ile kabul eden bir peygamber ödülünü alacaktır." Demek ki Mesih’i kabul eden, Mesih’in konukseverliğinin ödülünü alacaktır. Bu sözlerden kuşkulanma, onlara güven. Kendi söylemiştir: "Onlarla gelen ben’im." Kuşkulanmaman için, O’nu kabul etmeyenler için istemciyi, kabul edenler için saygıyı kararlaştır. Kişisel olarak saygı veya küçümsemeden etkilenmeseydi, bunu yapmazdı. "Beni evinde kabul ettin" der. "Ben ise seni Pederimin Krallığında kabul edeceğim. Beni açlıktan kurtardın; seni günahlarından kurtaracağım. Beni zincirlerle gördün; sana kurtuluşunu göstereceğim. Beni bir yabancı gibi gördün; seni göklerin vatandaşı yapacağım. Bana ekmek verdin; mirasın ve tümden malın olarak sana Krallığı vereceğim. Bana gizlice yardım ettin; bunu açıkça beyan edecek, velinimetim olduğundan sana karşı borçlu olduğumu söyleyeceğim."

Yabancıları kabul ederken beslenilecek duygular bunlardır: gayret, neşe, cömertlik. Yabancı daima çekingen ve utangaçtır. Ev sahibi onu neşe ile karşılamazsa, kendini hor görülmüş hissederek çekilir. Çünkü bu şekilde kabul edilmek, kabul edilmemekten daha kötüdür.

Mesih’in meskeni olarak kabul edeceği bir evin olsun. "İşte Mesih’in odası. İşte ona ayrılan mesken" de. Çok gösterişsiz bile olsa hor görmez. Mesih çıplaktır, yabancıdır, tek gereksinimi bir konuttur. O’na en azından bunu ver. Zalim ve insafsız olma.

Dünyasal servetler için bunca heyecan gösteren sen, usun zenginliklerine karşı ilgisiz olma. Araban için bir mekanın var, sedyelerin için de, oysa gezginci Mesih için hiç yerin yoktur. İbrahim kaldığı yerde yabancıları kabul ederdi. Eşi onlar efendiler kendisi ise hizmetçiymiş gibi davranırdı. Mesih’i kabul ettiğini, melekleri kabul ettiğini bilmiyordu. Bilmiş olsaydı her şeyini verirdi. Biz Mesih’i kabul ettiğimizi biliyoruz, oysa salt insan kabul ettiğini sanan onun kadar gayret göstermiyoruz.

(Yuhanna Alténagézlé, Haç Üstüne Vaaz, 2)

Haç’ın altındaki Meryem

Bu takdir edilecek zaferi görüyor musun? Haç’ın başarılarını görüyor musun? Şimdi sana bunlardan daha çok hayran edici bir şeyler söyleyeyim mi? Bu zaferin ne şekilde gerçekleştiğini öğren ki, daha çok yaşayasın. Şeytanın zaferine neden olan şeyle, Mesih şeytana egemen olmuştur. Şeytana, şeytanın kullandığı silahlarla karşı koydu. Nasıl olduğunu dinle.

Bir bakire, tahta ve ölüm. Bunlardır yenilginin simgeleri. Bakire Havva idi. Çünkü erkekle birleşmemişti. Tahta ağaç idi. Ölüm ise Adem’in karşılaştığı ceza. Fakat buna karşın yenilginin simgeleri olan bakire, tahta ve ölüm. Şimdi zaferin bilgisini veren tahtanın yerine Haç’ın tahtası, Adem’in ölümü yerine Mesih’in ölümü.

Görüyorsun ya, şeytan ona zaferi kazandıran şeylerle yenildi. Ağaç ile Adem’i yenmişti; haçla Mesih şeytanı yendi. Ağaç cehenneme gönderiyordu; haç oraya inenleri geri döndürdü. Bundan başka ağaç, çıplaklığından utanan insanı saklamaya yandı. Haç ise çıplak, fakat zaferi elde eden insanı herkesin gözünde yüceltti.

O ölüm sonradan dünyaya gelenleri mahkum etti. Bu ölüm ise daha önce doğanları bile yeniden diriltti. Rabbin yüce yapıtlarını kim anlatacaktır? Ölümü sayesinde ölümsüz olduk: Haç’ın şahane gücü budur işte.

Bu zaferi anladın mı? Nasıl gerçekleştiğini anladın mı? Şimdi de bize hiç bir eziyet vermeksizin, nasıl elde edildiğini öğren. Biz silahlarımızı kana bulamadık. Orduya katılmadık, yaralanmadık, savaşı görmedik ve zaferi kazandık. Savaş Rabbimizin, taç bizim.

Mademki bu bizim zaferdir, askerler gibi bugün hep birlikte zafer marşını söyleyelim Rabbin övgüsüne, "Ölüm zaferin içinde yok oldu. Ey ölüm, zaferin nerede? Ey ölüm, zehirli iğnen nerede?’ Haç’ın yararımıza yarattığı mucize budur. Haç, şeytanlara karşı dikilen ganimettir; günaha çekilen kılıçtır Mesih’in yılanı delen kılıcıdır. Haç, Peder’in iradesidir; tek Oğul’un şanıdır; Kutsal Ruh’un neşesidir; meleklerin görkemi, Aziz Pavlus’ un gururu, seçilmiş­lerin duyan, tüm dünyanın ışığıdır.

 (Yuhanna Alténagézlé, Vaazlardan, 1-3)

Rab’le birlikte olursak hiçbir şeyden korkmayéz.

Tanré’ın vaat ettiği değerler, verilen sözlerin gerçekleşmesine engeller çıkarsa bile, hiçbir zaman ortadan kalkmaz. Nasıl ki Tanré’nın varlığı sürekli ve değişmez ise aynı şekilde verdiği, sözler, gerçekleşmelerini engelleyemediğimiz taktirde sağlam ve sarsılmazdırlar

Birçok dalgalar ve tehdit edici fırtınalar tepemizdeler fakat biz kayalara dayandığımızdan boğulmaktan korkmuyoruz. Deniz istediği kadar kudursun, kayayı parçalayamaz. Dalgalar yükselsinler, İsa’nın kayığını batıramazlar. Acaba neden korkmalıyız? Ölümden mi? "Benim için yaşam Mesih’tir ve ölmek bir kazançtır" (Fil. 1,21). Ya sürgün? "Rabbindir yeryüzü ve içindekiler" (Mezm. 23, 1). Servetlerimize haciz konulması? "Çünkü dünyaya ne bir şey getirdik, ne de ondan bir şey götürebiliriz" (I. Tim. 6, 7). Bu dünyanın güçlerini hor görüyorum ve zenginlikleri beni güldürüyor. Yoksulluktan korkmuyorum, gözüm servetlerde değil, ölümden de kork­muyorum ve salt iyiliğiniz için yaşamak istiyorum. Bu nedenden dolayı güncel olayları anımsatıp, güveninizi kaybetmemenizi rica ediyorum.

"Nerede iki ya da üç kişi benim adımla toplanırsa, ben de orada onların arasındayım" (Mt. 18, 20) diyen Rabbi duymuyor musun? Yoksa bu denli kalabalık ve iyilik bağları ile birleşmiş bir halkın bulunduğu yerde varolmaz mı? Ben gücüme mi dayanıyorum? Hayır, çünkü rehini bendedir, verdiği söz yanımdadır: değneğim, emniyetim, rahat limanım budur. Tüm dünya sarsılsa bile kitabı elimdedir, sözlerini okuyorum. Emniyetim ve savunmam onlardır. 0 şöyle diyor: "İşte ben dünyanın sonuna dek her an sizinle birlikteyim" (Mt. 28, 20).

Mesih benimle birliktedir, kimden korkacakmışım? Tüm denizlerin dalgalan veya prenslerin öfkesi bana karşı gelseler de bunların tümü benim için bir örümcek ağından da değersizdir. İyiliğiniz beni alıkoymuş olmasaydı, bu günden başka bir yöne yol almakta hiç tereddüt etmezdim. "Rabbim senin istediğin olsun" (Mt. 26,42). Senin istediğini yapacağım, bunun ya da şunun isteğini değil. Benim kulem budur, budur yerinden kımıldamayan taşım, emniyetle dayanabileceğim değneğim. Tanré bunu istiyorsa, iyi! Kalmamı istiyorsa, O’na teşekkür ediyorum. Beni nerede istiyorsa, orada O’na şükrederim.

Ben neredeysem, orada siz de varsınız. Siz neredeyseniz, orada ben de varım. Biz tek bir vücuduz ve baş gövdeden ayrılmaz, gövde de baştan. Ayrı isek bile iyilikle bağlıyız; ölüm bile bizi ayıramaz. Vücut ölecektir, oysa ruh yine de yaşayacaktır ve halkı anımsayacaktır. Siz vatandaşlarım, ailem, kardeşlerim, çocuklarım, uzuvların, vücudum, gündüz ışığından daha sevecen ışığımsınız. Güneş ışığı sizin iyiliğinizden daha neşeli bir şeyler verebilir mi bana? Işın şimdiki yaşamımda yararlı, oysa iyiliğiniz gelecekteki yaşamın tacını örüyor.

 (Yuhanna Alténagézlé, Vaazlardan, 2,6)

Tövbenin yollarını kasteden Mesih’e doğru koşar ve sonsuz zenginlikleri elde eder

Tanré ile uzlaşma yollarından söz etmemi istiyor musunuz? Çok sayıda değişiktirler; oysa hepsi de gökyüzüne varırlar.

ilki kendi günahlarımızın yargılanmasıdır. ilk olarak günahlarını itiraf et, haklı çıkartılacaksın (Bak.  İşaya 43, 25-26). Bu yüzden Peygamber der: "Rabbe günahlarımı itiraf edeceğim dedim ve günahımın suçunu bağışladın" (Mezm. 31,5).

Sen de günahlarını suçla. Kurtulman için bu Rabbe yeterlidir. Hem günahlarını suçlanan, yeniden günah işlemekte daha dikkatli olacaksın. İçindeki yargılayıcın olması için vicdanını tahrik et ki, sonradan Rabbin mahkemesinde seni yargılamasın.

Işte bu bir af yoludur, üstelik mükemmeldir oysa ondan aşağı olmayan başka bir yol vardır: düşmanlarımızın suçlarını anımsamamak, öfkemize hakim olmak, bize hakaret eden kardeşlerimizi affetmek. Bu şekilde de Rabbe yaptığımız hakaretlerden affedileceğiz. Bu da günahlarımızın cezasını çekmenin ikinci bir yoludur:

‘Başkalarının suçlarını bağışlarsanız, göksel Pederiniz de sizin suçlarınızı bağışlar" (Mt. 6,14).

Arınmanın üçüncü yolunu öğrenmek istiyor musun? Yüreğin içtenliğinden gelen coşkulu ve iyi yapılmış duanın yoludur.

Bir dördüncüsünü de bilmek istiyorsan sadakanın olduğunu söyleyeceğim. Bunun çok büyük bir değeri vardır. Şunu da ekleyelim: Bir insan ölçü ve alçakgönüllülük ile davranırsa, günahlarını, yukarıda anımsatılan yollardan daha az etkin olmayan bir şekilde, temelden yok edecektir. Bunun örneği, iyilik yaptığını anımsamayan, fakat yerine suçlarını alçakgönüllülükle kabul eden ve böylece vicdanındaki ağır yükten kurtulan vergi görevlisidir (bk. Luka. 18, 9-14).

Tanrı ile uzlaşmanın beş yolunu gösterdik. İlki günahlarımızın yargılanmasıdır. İkincisi hakaretlerin affı. Üçüncüsü dua, dördüncüsü sadaka ve beşincisi alçakgönüllülük.

Bu yüzden hiç boş durma, aksine her gün bu yollardan ilerlemeye çalış, çünkü kolay yollardır bunlar ve kaçabilmek için yoksulluğunu öne süremezsin. Oldukça ciddi bir yoksulluk içinde yaşıyorsan bile yine de öfkeden vazgeçebilirsin, alçakgönüllülüğü uygulayabilirsin, sürekli dua edip günahlardan uzak durabilirsin ve böylece yoksulluk senin için bir engel olmayacaktır. Neler söylüyorum? Paranın dağıtılmasını isteyen o af yolunda, yani sadaka bile yoksulluk engel teşkil etmiyor. Hayır. İki kuruşunu ikram eden dul bunu kanıtlamaktadır (bk. Mark. 12,41-44).

Yaralarımızı tedavi etme yöntemlerini öğrendiğimize göre bu çareleri kullanalım. Gerçek sağlığa kavuştuktan sonra kutsal sofradan güvenle yararlanacağız, şanın kralı Mesih’i yüce bir şan ile karşılayacağız ve Rabbimiz Isa Mesih’in lütfu, merhameti ve iyiliği sayesinde sonsuza dek ebedi değerleri elde edeceğiz.

(Yuhanna Alténagézlé, Pavlus Hakkında vaazlardan, 2)

Mesih’in sevgisinden yararlanmak, onun yaşamı, dünyası, krallığı, sözü, her şeyiydi

İnsanın ne olduğunu, doğamızın ne denli soylu olduğunu, düşünen bu yaratığın nasıl bir güç gösterebileceğini Pavlus çok özel bir şekilde gösteriyor. Her geçen gün daha yükseğe çıkıyordu. Her geçen gün daha ateşli dikiliyordu ve karşılaştığı güçlüklere karşı artan bir cesaretle mücadele ediyordu. Bunu ima ederek: "Geride olanları unutup ileride olanlara uzanıyorum" diyordu (Fil. 3,13). Ölümün yakın olduğunu anladığında "Siz de sevinin ve benim sevimcime katılın" (Fil. 2, 18) diyerek herkesi mutluluğunu paylaşmaya davet ediyordu. Yaklaşan tehlikelere, hakaretlere ve her çeşit sövgüye karşı heyecanlanıyor ve Korint’ lilere yazdığında: "Güçsüzlükleri, hakaretleri, zorlukları sevinçle karşılarım" (II. Kor. 12,10) diyor. Bunların adaletin silahları olduğunu ekliyor ve en büyük yararın nasıl bunlardan geldiğini, düşmanlarını nasıl yendiğini gösteriyor. Her yerde değneklerle dövülüyor, hakaret ediliyor, sövülüyor, fakat şanlı zaferler kutluyormuş, ganimetlerini sergiliyormuş gibi davranıyor. Bizi her zaman zafer alayında yürüten Tanrı’ya şükürler olsun (Il. Kor. 2, 14) deyip övünüyor ve Tanré’a şükrediyor. Bu yüzden elçi heyecanının dürtüsü ile karşısındakinin ilgisizliğini ve hakaretlerini, bizlerin aksine doyamadığımız şuna tercih ediyordu. Ölümü yaşama, yoksulluğu zenginliğe tercih ediyordu ve istirahattan çok uğraşmayı arzu ediyordu. Bir şeyden nefret ediyor, kabul etmiyordu: kendi açısından her konuda hoş görünmek istediği Tanré’a hakareti.

Mesih’in sevgisinden yararlanmak gayelerinin doruğu idi ve bu hazinesinin tadına varıp, kendisini herkesten daha mutlu hissediyordu. Aksi takdirde bu sevgi olmadan güçlü olanların ve prenslerin dostluğu onun için hiçbir anlam taşımıyordu.

Dünyanın en yüceleri ve en güçlüleri arasında, o hazineden yoksun olarak bulunmaktansa, Mesih’in sevgisi ile en son adam, daha doğrusu bir mahkum olmayı tercih ediyordu.

Onun için en yüce ve tek acı bu sevgiyi yitirmek olurdu. Bu onun için cehennem olurdu. Tek ceza, en yüce ve en çekilmez işkence.

Mesih’in sevgisinden yararlanmak onun için her şey idi: yaşam, dünya, meleklere benzer durum, bugün, gelecek ve herhangi başka zenginlik. Bunun ötesinde hiçbir şeyi güzel, mutluluk verici saymazdı. Bu yüzdendir ki, duygun şeylere kurumuş ota bakar gibi bakardı. Zorbalar ve halkların devrimleri bile keskinliklerini yitiriyorlardı. Mesih uğruna ölümün, acıların ve binlerce işkencenin çocuk oyuncağı olduğunu düşünüyordu.

 

Yuhanna Alténagézlé, (Pavlus Üstüne Vaazlardan, 2)

İyi mücadeleyi sürdürdüm, yarışı bitirdim, imam korudum. Bundan böyle, doğruluk hacı benim için hazır duruyor

Pavlus gökteymiş gibi hapishanede kalıyordu ve yarışmalarda ödül alanlardan öte bir memnuniyetle dayak yiyor ve yaralanıyordu:

acılan ödüllerden daha az sevmiyordu. Çünkü acıları ödül kadar değerlendiriyordu ve bu yüzden onlara tanrısal lütfu diyordu. Oysa bunu hangi anlamda söylediğine dikkat et: Hiç kuşkusuz vücuttan kurtarılıp, Mesih’le birlikte olmak bir ödüldü (Fil. 1, 23). Vücudun içinde kalmak ise sürekli bir mücadele idi. Buna rağmen, Mesih’in sevgisi uğruna mücadele edebilmek için ödülü erteliyordu ve bunu daha çok gerekli sayıyordu.

Mesih’ten ayrı olmak onun için mücadele ve acı yaratıyordu; hatta mücadele ve acının da ötesindeydi. Her şeyin üstünde olan tek ödül Mesih’le birlikte olmaktır. Mesih’in sevgisi uğruna Pavlus birincisini ikincisine yeğledi.

Pek tabi ki bu konuda biri çıkıp, Pavlus’ un tüm bu gerçekleri Mesih’e olan sevgisi yüzünden tatlı diye saydığını öne sürebilir. Gerçekten ben de bunu kabul ediyorum. Çünkü bizler için üzüntü kaynağı olan şeyler onun için aksine çok büyük bir şevk kaynağını teşkil ediyorlardı. Fakat neden ben tehlikeleri ve zorlukları anımsatıyorum? Çünkü kendisi büyük üzüntüler içinde bulunup, "Kim güçsüz olur da ben güçsüz olmam? Kim günaha düşürülür de ben onun için yanmam?" (II. Kor. 2,29) diyordu.

Şimdi sizden rica ediyorum, bu görkemli erdem örneğini takdir etmekle yetinmeyelim, fakat onu izleyelim. Çünkü salt bu şekilde zaferlerine katılabiliriz.

Bu anlamda konuştuğumuz için, yani Pavlus’ un değerlerine sahip olanın aynı ödüllere sahip olacağını dediğimiz için şaşıran varsa, "İyi mücadeleyi sürdürdüm, yarışı bitirdim, imanı korudum. Bundan böyle, doğruluk tacı benim için hazır duruyor. Adil yargıç olan Rab, o gün bu tacı bana ve yalnız bana değil, O’nun gelişini özlemle beklemiş olanların hepsine verecektir" (II. Tim. 4,7-8) diyen Havari’ye kulak verebilir. Herkesi aynı şana katılabilmeleri için nasıl çağırdığını görebilirsin.

Şimdi aynı şanlı taç herkese sunulduğuna göre, sözü verilen o değerlere hepimiz layık olmaya çalışalım.

Onda (Pavlus’ ta), bu denli yüce bir şana varmak için hak ettiği, salt erdemlerinin yüceliğini ve üstünlüğünü, yüreğinin güçlü ve kararlı yapısını değerlendirmekle yetinmeyip, her şeyde bize benzer olan doğasında da bakmalıyız. Böylece oldukça zor olan şeyler bize kolay ve hafif görünecek ve bu denli kısa bir zamanda kendimizi zorlayarak, şimdi ve daima yüzyıllar boyunca şan ve güce sahip Rabbimiz Isa Mesih’in lütfu ve merhameti ile o bozulmaz ve ölümsüz tacı taşıyacağız. Amin.

(Yuhanna Alténagézlé, Yuhanna’ nın İncil’i Üstüne Vaazlardan, 19, 1)

Andreya, hazine bulunca durmadı. Onu kardeşine bildirdi

Andreya, İsa ile kaldıktan ve İsa’nın ona öğrettiği her şeyi öğrendikten sonra o hazineyi kendi içinde tutmadı. Almış olduğu hazineyi bildirmek için acele ile kardeşine koştu. Ona neler söylediğini iyi dinle: "Biz Mesih’i bulduk. Mesih, meshedilmiş anlamına gelir" (Yuh. 1, 41). Kısa süre içinde öğrendiği her şeyi açıklıkla nasıl ifade ettiğini görüyor musun? Nitekim, bu gerçekle onları ikna eden Öğretici’ nin gücünü ve inançlarını da gösteriyor. Çünkü başlangıçta, bu şeyleri bildirmek için özen gösteriyorlar.

Bu, gerçekten büyük bir kaygı ile O’nun gelişini hazırlayan ve gökten inmesi beklenen ve beklenilen kendini açığa vurduğunda neşe ile dolup taşan ve yüce haberi başkalarına bildirmekte acele eden bir ruhun sözüdür. Tinsel yaşamdaki karşılıklı yardımlaşma iyilikseverliğin, kardeş sevgisinin, ruh içtenliğinin gerçek işaretidir.

Başından beri uysal ve inanca hazır olan Petrus’ un ruhuna bak! Başka hiç bir şeye aldırış etmeksizin hemen koşuyor. Nitekim ‘Onu İsa’ya götürdü" (Yuh. 1, 42) diyor. Hiç kimse bu kolayca kabullenmeyi suçlayacak değildir. Çünkü olayları derinlemesine incelemeden kardeşinin sözünü kabul etmiştir. Bir olasılıkla kardeşi ona, olanları daha fazla ayrıntı ile ve daha uzun şekilde anlatılmıştır. Oysa İncil yazarları her anlatılarının kısa olmasına özen göstererek, özetliyorlar. Öte yandan, hiç sormaksızın inandığı söylenilmiyor. Andreya onu İsa’ya götürdü ve her şeyi dolaysız olarak O’ndan öğrenebilmesi için O’na teslim etti. Nitekim onlarla birlikte başka bir şakirt vardı ve o da aynı şekilde yönlendirildi.

Vaftizci Yahya, "İşte Tanrı’nın Kuzusu" ve sonra da "Kutsal Ruh’la vaftiz eden O’dur" (bk. Yuh. 1,29-33) demekle bu konuda daha açık bir öğretinin Mesih’ten gelmesini beklediyse, Andreya hiç kuşkusuz, kendisinin tam ve doyurucu bir açıklama yapmaya uygun olmadığını düşünerek, çok daha geçerli nedenlerle bu şekilde davranmıştır. Bu yüzden kardeşini, kaygı ve mutluluk içinde bir saniye bile beklemeksizin, ışığın öz kaynağına götürmüştür.

(Yuhanna Alténagézlé, Matta’ nın İncil’i Üstüne Vaazlardan. 15,6-7)

Erdemin uygulaması kendi yararına değil de başkalarının yararına yöneliktir.

"Yeryüzünün tuzu sizsiniz" (Mt. 5, 13). Soylu görev, der Mesih, salt kendiniz için değil, tüm dünya için size teslim edilmiştir. Peygam­berler döneminde olduğu gibi sizi iki, on ya da yirmi kente veya özel bir millete gönderiyorum. Sizi topraklara, denizlere bu denli bozulmuş olan tüm bu dünyaya gönderiyorum. "Yeryüzünün tuzu sizsiniz" demekle insanın günahla bozulduğunu ve doğasını yitirdiğini belirtiyor. Bu yüzden onunla birlikte onlardan başkalarını kurtarmak için en çok gerekli ve yararlı olan erdemleri ısrarla istiyor. Uysal, alçakgönüllü, merhametli ve dürüst bir insan bu tür erdemleri kendine saklamaz; fakat bu en iyi kaynakları başkalarının yararına kullanır. Temiz bir yüreği olan, barışı seven ve gerçek uğruna acı çeken kişi yaşamını başkalarının iyiliğine ayırır.

Sanki şöyle diyor: küçük mücadeleler ve önemsiz işlerde uğraşmak için çağrıldığınızı sanmayın. Hayır! Siz "Yeryüzünün tuzusunuz." Onlara neden bu ayrıcalığı tanıdı? Çürümüş olanı yeniden canlandırmak için mi? Kesinlikle hayır. Tuz, çürümüş olanı kurtaramaz. Havariler bunu yapmadılar. Tanré ilkin yürekleri yeniliyordu; günahlardan arıtıyordu. Sonra da Havarilere teslim ediyordu. O zaman da onlar insanları, Rabden aldıkları yeni yaşamın içinde tutarak ve koruyarak gerçekten "Yeryüzünün tuzu" oluyorlardı. İnsanları günahın ahlaksızlığından kurtarmak Mesih’in uğraşıdır, oysa önceki sefil durumlarına yeniden düşmelerini engellemek Havarilerin dikkat ve gayretlerine aittir.

Onların (Havarilerin) Peygamberlerden daha üstün olduklarını nasıl belirttiğine bakın. Salt Filistin’in değil, tüm dünyanın öğreticileri olduklarını söylüyor. İsa devam ederken, dikkatim tercihen size yöneliyorsa ve sizi bu denli ciddi zorluklarla karşılaşmaya çağırıyorsam şaşmayın der gibidir. Sizi göndermek üzere olduğum kentlerin, halk ve milletlerin sayı ve çeşitlerini düşünün. Bu yüzden azizliği kendinize saklamanızı değil, başkalarını da size benzer yapmanızı istiyorum. Aksi takdirde kendinize bile yeterli olmayacaksınız.

Yanılgıda olan başkaları sizin aracılığınızla, doğru yola döneceklerdir. Oysa siz düşerseniz başkalarını da felakete sürüklersiniz. Size teslim edilen görevler ne denli önemli ise, size gerekecek olan katkı o denli büyük olacaktır. Bu yüzden İsa: "Ama tuz tadını yitirirse, ona tekrar nasıl tuz tadı verilebilir? Artık dışarı atılıp, insanların ayakları altında çiğnenmekten başka bir şeye yaramaz" (Mt. 5, 13) diye doğruluyor. Neden sonra: "Size sövüp zulmettikleri, yalan yere size karşı her türlü kötü sözü söyledikleri zaman" (Mt. 5, 11) tümcesini duyduklarında katılmaktan korkmamaları için sanki şöyle diyor: Sınavlara hazır değilseniz, sizi boşuna seçmişim. Güçsüzlüğünüzün tanıklığı olarak lanetler gelecek. Çünkü hırpalanmaktan korktuğunuzda, size uygun olan cesareti göstermezseniz, daha kötü acılardan geçecek, adınız lekelenecek ve tümünüz alay konusu olacaksınız. Çiğnenmenin anlamı budur.

Hemen sonra daha üstün bir benzeyişe geçiyor: "Dünyanın ışığı sizsiniz" (Mt. 5, 14). Yeniden dünyanın diyor, tek bir halkın veya yirmi kentin değil, fakat tüm evrenin idrak edilebilen, güneş ışınlarından daha göz kamaştırıcı ışık. Tırmalayıcı gücü olan bir sözcüğün ve üstün, ışıklı bir öğretinin yararını göstermek için ilkin tuzdan, sonra da ışıktan söz ediliyor. "Tepenin üzerine kurulan kent gizlenemez. İnsanlar da kandil yakıp, tahıl ölçeğinin altına koymazlar" (Mt. 5, 14-15). Bu sözlerle bir kez daha davranışlarına dikkat etmeleri için onları dürtüyor. Tüm insanların gözleri önünde olduklarını ve tüm dünyanın bakışları karşısında hareket ettiklerini onlara anımsatıyor.

(Yuhanna Alténagézlé, Matta’ nın İncil’i Üstüne Vaazlardan, 33, 1-2)

Mesih, şiddetin şiddetle değil,  tatlılıkla yenildiğini öğretir

Kuzu olduğumuz sürece kazanacağız ve çok sayıda kurt bizi sana da, onları yenmeyi başaracağız. Oysa kurt olursak yenileceğiz, çünkü çobanın yardımından yoksun kalacağız. O kurtları değil, kuzuları otlatıyor. Bu yüzden uzaklaşacak ve seni yalnız bırakacak. Çünkü gücünü göstermesine engel oluyorsun.

Mesih sanki şöyle diyor: Sizi kurtlara gönderdiğimde kuzular ve güvercinler gibi davranmanızı emrediyorsam, bundan endişe duymayın. Aksini de söyleyebilirdim, acılardan uzak tutabilirdim. Kuzular gibi kurtlara hedef olmanızı engelleyip, sizi aslanlardan da güçlü yapabilirdim. Oysa bunun böyle olması gerekiyor. Çünkü bu şekilde sizin şanınız artar ve gücüm belirlenmiş olur. Aynı şeyi Pavlus’ a da söylüyordu: "Lütfum sana yeter. Çünkü gücüm, güçsüzlükle tamamlanır" (Il. Kor. 12,9). Bu kadar uysal olmanızı ben istedim.

Bu yüzden: "Kuzular gibi gönderiyorum sizi" (Luka. 10,3) dediğinde çökmemeleri gerektiğini anlatmak istiyor. Çünkü uysallıkları ile herkese karşı yenilmez olacaklarını iyi biliyor.

Sonra da şakirtlerinin içtenlikle davranmalarını istediğinden, her şeyin lütuftan kaynaklandığını ve nedensiz ödüllendirileceklerini sanmamaları için "yılan gibi akıllı, güvercin gibi saf olun" (Mt. 10,16) diye ekliyor. Oysa itiraz edilecek, bu kadar tehlike arasında ihtiyatlı olmamız ne işe yarar? Fırtınaların içinde bocalarken nasıl tedbirli olabiliriz? Vahşi kurtlar tarafından sarılan kuzu tedbirli de davransa ne olur? Bir güvercinin saflığı ne denli büyük olursa olsun, akbabalarının saldırısına uğradığında neyine yarar? Kuşkusuz o hayvanlara yaramaz, fakat size çok yararlı olur.

Şimdi de ne tür bir tedbirin gerektiğini görelim: bir yılan. Nasıl ki, yılan vücudu dahil her şeyi terk edip, başını kurtarabilmek için karşı koymuyorsa, sen de inancı kurtarabilmek uğruna her şeyi terket, servetleri, vücudunu ve hatta yaşamını.

İnanç, baş ve kök gibidir. Onu koruduğunda her şeyini yitirirsen bile, her şeyini daha büyük bir bollukla yeniden elde edeceksin. Bu yüzdendir ki salt sade veya tedbirli olmanızı emretmiyor. Fakat birer erdem olabilmeleri için bu iki niteliği birleştiriyor.

Ölümcül yaralar almaman için yılanın tedbirliliğini ve sana hakaret edenden intikam almaman ve sana tuzak kuranları intikamla uzaklaş­tırmaman için güvercinin sadeliğini istiyor. Sadelik olmadan tedbir hiçbir şeye yaramaz.

Hiç kimse bu emirlerin uygulanamaz olduklarını düşünmesin. Mesih olayların doğasını herkesten çok daha iyi biliyor. Şiddetin şiddetle değil de tatlılığa teslim olduğunu bildiği gibi.

(Yuhanna Alténagézlé, Matta İncil Üstüne Vaazlardan, 50)

Tanré, altın vazolara değil, altın ruhlara gereksinim duyuyor

Mesih’in vücudunu onurlandırmak ister misin? Uzuvlarının, yani örtünecek giysileri olmayan yoksulların hor görülmesine izin verme. Dışarıda, soğuktan ve çıplaklığından acı çektiğinde, O’na aldırış etmezken burada, kilisede, ipekli kumaşlarla saygı gösterilerinde bulunma. "Vücudum budur" diyen ve bunu sözle teyit eden şunu da söylemiştir: Beni aç gördünüz, fakat bana yiyecek vermediniz (bk. Mt. 25, 35) ve bunların arasındaki en küçüklere yapmadığınız şeyleri benim için de yapmamış oldunuz (bk. Mt. 25, 45). Sunak üzerindeki Mesih’in vücudu giysi değil, arı ruhlar istiyor; dışarıda olanı ise bakıma gereksinim duyuyor.

Mesih’i istediği şekilde düşünmeyi ve onurlandırmayı öğrenelim. Çünkü saymak istediğimize gösterebileceğimiz en kabul edilir saygı, bizim tasarladığımız değil de, onun istediğidir. Petrus da, ayaklarını yıkamasına izin vermemekle, O’na saygı gösterdiğine inanıyordu. Bu saygı değildi, gerçek nezaketsizlik idi. Sen de emrettiği saygıyı göster, yoksulların servetinden yararlanmalarına bak. Tanrı altın vazolara değil de altın ruhlara gereksinim duyuyor. Bunu söylemekle kiliseye armağanlar vermenizi yasaklamak istemiyorum hiç kuşkusuz. Hayır. Fakat, bununla birlikte ve bundan önce sadaka vermeniz için yalvarıyorum. Çünkü Tanrı, dünyasal evine yapılan bağışları kabul eder, fakat yoksullara yapıla yardımları daha çok takdir eder.

İlk durumda bağışı yapan yararlanır, ikincisinde ise bağışı alan. Orada bağış bir gösteriş nedeni olabilir. Bunda ise sadaka ve sevgidir. Adama sofrası altın vazolarla dolup taşarken kendi bir yoksul kimliğinde açlıktan ölürse, Mesih’in bundan ne yararı olabilir? İlkin aç olanı besle, sonra da kalanla sunak yerini süsle. Ona altın bir kupa sunacak ama bir bardak su vermeyecek misin?

O’na gerekli giysiyi sunmazsan sunak yerini neden altın perdelerle donatıyorsun? Bundan ne yararı olacaktır? Söyle bana: gerekli gıdadan yoksun birini görüp, hiç aldırmadan, altınla salt sofrasını donatırsan bu insan, sence, sana teşekkür mü eder yoksa sana kızar mı? Ya da paçavralarla örtünmüş, soğuktan titreyen birini giydirmek yerine altın sütunlar ikram edip bunu onu onurlandırmak için yaptığını söylersen bu kişi dehşet verici şekilde alaya alınmış ve hakarete uğramış saymaz mı kendisini?

Bir evin gereksinimini duyan, gezginci ve hacı Mesih için de aynı şeyi düşün. Sen O’nu bir yolcu olarak kabul etmek istemiyorsun. Oysa buna karşın kutsal yerin tabanını, sütunlarını ve duvarlarını, iç cephelerini donatıyorsun. Lambalara gümüş zincirler takıyorsun, fakat O hapiste zincirli iken ziyaretine gitmiyorsun. Bunu bu tür süsleme ve kutsal donatımları temin etmeni yasaklamak için söylemiyorum. Aksine bunu yapmadan önce yoksullara gereken yardımı bunlarla birlikte sunman için öğütlüyorum. Tapınağı donatmadığı için hiç kimse yargılanmadı, fakat yoksula aldırış etmeyenin sonu cehennem, sönmeyen ateş ve şeytanların işkenceleridir. Bu yüzden tapınma yerini donatırken acı çeken kardeşine yüreğini kapatma. Bu, diğerinden daha değerli canlı bir tapınaktır.

(Yuhanna Alténagézlé, Aziz Matta Üstüne vaaz, 59,5.7)

Bu küçüklerden hiçbiri kaybolmasın.

Rab derdi ki: "Bu küçüklerden herhangi birini hor görmekten kaçının. Çünkü size söylüyorum, göklerde bulunan melekleri sürekli olarak göklerde olan Pederimin yüzünü görmekteler. "Onları kurtarmaya geldim. Göklerde olan Pederiniz bu küçüklerden hiç birinin kaybolmasını istemiyor." Bu çocuklardan yükümlü olanların gayretini artırmak için bunu söylüyordu.

Çocukları ne tür bir koruyucu duvarla çevirdiğini, onları hor gören ve kaybedenlere karşı nasıl bir heyecan gösterdiğini görüyor musun? Düşmelerine fırsat verenleri dehşet verici işkencelerle tehdit ediyor; onlara bakanlara, onlarla ilgilenenlere yüce iyilikler vaat ediyor. Bunu kendi ve Peder’inin örneği ile vurguluyor. Bizler de kardeşlerimizin hizmetinde, görünüşte alçakgönüllü ve yorucu çalışmalarının hiç birini reddetmeden O’nu taklit edelim. Aksine konu hizmet olunca, ilgili ne denli küçük ve sıradan, iş ne denli yorucu olursa olsun, dağları ve uçurumları aşmak pahasına bir kardeşimizin selamet için her şeye katlanmalıyız. Tanré ruha öylesine bir önem tanıyor ki, tek Oğlu’nu bile bizden esirgemedi. Bu yüzden size yalvarıyorum, sabahleyin evimizden çıkar çıkmaz tek amacımız, başlıca düşüncemiz tehlikede bulunan bir kardeşimizi kurtarmak olsun.

Kuşkusuz, hiçbir şey ruh kadar değerli olamaz: "Bir insan, ruhunu yitirecekse, tüm dünyayı elde etmekle ne yarar görebilir? Oysa ki para sevgisi her şeyi bozdu ve aşağıladı. Bir zorbanın kalesini işgal ettiği gibi ruhları işgal etmekle Tanré korkusunu sarstı. Bu yüzdendir ki çocuklarımızın selametini ihmal ediyoruz. Tek bir derdimiz var: servetimizi çoğaldıktan sonra başkalarına nasıl bırakacağız ve bunlar da kendilerinden sonra nasıl başkalarına bırakacaklar? O kadar ki biz, paramızın ve mallarımızın sahipleri değil de devredicileri oluyoruz. Özgür insanların çocuklarını kölelerden de aşağı sayan büyük çılgınlıktır bu. Biz kölelerimizi kendi yararlarına değil de yararımıza ıslah ediyoruz. Çocuklarımız ise bu öngörüden bile paylarını alamıyorlar onlara, kölelerimize göstermediğimiz bir kayıtsızlık gösteriyoruz.

Oysa neden kölelerden söz edelim? Çocuklarımıza, hayvanlarımızın da ötesinde kayıtsız davranıyoruz. Oğullarımızdan çok eşeklerimiz ve atlarımızla uğraşıyoruz. Katırımız oldu mu ona kaba, hırsız, içkici, mesleğinde cahil olmayan iyi bir katırcıyı bulmayı dert ediyoruz. Oysa çocuğumuzu bir eğitbilimciye teslim edeceksek, karşımıza ilk geleni gelişi güzel alıyoruz. Halbuki bundan üstün bir meslek yoktur.

Bir ruhu oluşturmak, genç bir usu şekillendirmek sanatına benzer başka bir şey var mı? Bu tür bir bilgiyi kullanan herhangi bir ressam yada heykeltıraştan daha becerikli olmalıdır. Fakat biz buna aldırmıyoruz ve aradığımız tek şey onun güzel konuşmayı öğretmesidir. Şayet dert ediyorsak, yine yarar açısındandır. Güzel konuşmak için değil de para kazanmak için bir dil öğrenilir. Onsuz zengin olabilseydik, çocuklarımıza öğretmeyi hiç dert etmezdik.

Zenginliğin zorbalığını görüyor musun? Her şeye nasıl sahip çıktığını, insanları nasıl istediği yere bağlı hayvanları sürüklercesine çektiğini görüyor musun? Bu denli suçlanacak bir davranıştan ne yararımız oluyor? Sözle bu baskıyı inkar ediyoruz, aslında bize egemen oluyor. Buna rağmen konuşmalarımızla sizi ondan çekmekten vazgeçmeyeceğiz. Başarırsak, bu bizim ve sizin yararınıza olacaktır. Şayet bu görevde kalırsanız, tüm görevimizi yapmış olacağız.

Tanré sizi bu hastalıktan kurtarsın; bize de sizden gurur duymamıza izin versin. Çünkü yüzyıllar boyunca şan ve güç O’na aittir, Amin.

(Yuhanna Alténagézlé, Matta’ nın İncil’i üstüne Vaazlardan, 65,2-4)

Siz bana şan ve onurdan söz ediyorsunuz, bense mücadele ve zorluklardan

Zebedi’ nin oğulları Mesih’e soruyorlar: "Birimize sağında, ötekimize de solunda oturma ayrıcalığını ver" (Mk. 10,37). Ne gibi bir yanıt veriyor Rab? Öne sürdükleri istekte hiçbir tinselliğin olmadığını ve ne istediklerini bilmiş olsalardı, bunu istemeyeceklerini onlara anlatmak için şöyle yanıtlıyor: "Ne istediğinizi bilmiyorsunuz", yani göksel güçleri bile aşan değerini, yüceliğini ve onurunu bilmiyorsunuz. Ve ekliyor: "Benim içeceğim kaseden siz içebilir misiniz? Benim vaftiz olacağım gibi siz de vaftiz olabilir misiniz? (Mk. 10, 38). Sanki onlara şöyle diyormuş: siz bana şan ve onurdan söz ediyorsunuz, ben ise mücadele ve zorluklardan. Ödüllerin zamanı değil bu ve şanın şimdi açığa vurulmuyor. Şimdiki zaman şiddetli ölüm, savaş ve tehlike zamanıdır.

Onlara başka bir soru ile yanıtlarken nasıl yüreklendirip, çektiğine dikkat edin. Ölmeye, kanlarını dökmeye hazır olup olmadıklarını sormuyor. "Siz kaseden içebilir misiniz?" diye soruyor ve onları canlandırmak, acılarına katılmaları ile daha cesur olabilmeleri için "Benim içeceğim kaseden" diye ekliyor. Tüm dünyanın büyük çapta arındırılacağını anlatmak için azabına "vaftiz" diyor. İki şakirt Evet, yapabiliriz" diyorlar. İsteklerinin karşılanacağı umudu ile hemen söz veriyorlar, ne istediklerini bilmeden. Ve İsa yanıtlıyor "Benim içeceğim kaseden siz de içeceksiniz, benim vaftiz olacağım gibi siz de vaftiz olacaksınız"  (Mk. 10,39). Yüce değerlerin haberini veriyor onlara: Siz, yani azap çekmeye layık olacaksınız ve benimle birlikte acı çekeceksiniz; yaşamınızı kahramanca bir ölümle sonuçlandırıp, bu acılarıma katılacaksınız. Ama sağımda yada solumda oturmanıza izin vermek benim elimde değil. Bu yerler belirli kişiler için hazırlanmıştır" (Mk. 10,40). ki şakirdin ruhunu hazırladıktan ve acıya karşı onları yüreklendirdikten sonra da isteklerini düzeltiyor.

"Bunu işiten diğer on öğrenci iki kardeşe kızdılar" (Mt. 20,24). Tüm Havarilerin, halen nasıl da kusurlu olduklarına dikkat edin, gerek diğerlerinden üstün olmak isteyen ikili gerekse onları kıskanan diğerleri. Fakat, daha önce dediğim gibi, onlara ilerde de dikkat edin ve tüm bu kusurlardan arınmış olduklarını göreceksiniz. Aynı neden için şimdi öne çıkan Yuhanna bile, Havarilerin İşlerinde görüldüğü gibi ister öğretilerde, ister mucize yapmakta, her durumda önceliği Petrus’ a teslim edecektir. Buna karşın Yakup bu olaylardan sonra fazla yaşamadı. Nitekim Pentekost’ tan sonra öylesine bir coşkunluğa kapılacak ki, tüm dünyasal ilgileri bir yana bırakarak, üstün bir erdeme ulaşıp hemen din şehitliği mertebesine varabilecek olgunlukta sayılacaktır.

(Yuhanna Alténagézlé, Korint’ lilere I. Mektup Üstüne Vaazlardan, 4, 3.4)

İnsani zaaflığa rağmen haç tüm evrende gücünü gösterdi ve tüm insanları kendine çekti

Haç tüm yeryüzünde çekici gücünü gösterdi ve bunu görkemli insancıl olanaklarla değil de az yetenekli insanları kullanarak yaptı. Haç’ın söylevi boş sözlerden oluşmuyor. Tanré’tan, gerçek dinden, müjdeleyici ülkünün özünden ve gelecekteki yargıdan şekil alıyor. Cahilleri aydın yapan bu öğreti olmuştur.

Tanré’ın kullandığı vasıtalardan, Tanré’ın kıt anlayışının insanların bilgisinden daha bilgili, güçsüzlüğünün insan gücünün daha güçlü olduğu görülüyor. Hangi anlamda daha güçlü? Haç, insanlara rağmen, tüm evrende gücünü gösterdi ve tüm insanları kendine çekti. Birçokları Mesih’in adını yok etmeyi denediler; fakat aksi bir sonuç elde ettiler. Bu ad gitgide ve daima yeniden filizlendi ve artan bir ilerleme ile yayıldı. Düşmanlar ise yok oldular ve çöktüler. Bir ölü ile savaşan canlılardı bunlar ve buna rağmen O’nu yenemediler. Bu yüzden bir putperest bir Hıristiyan’a yaşamın dışında kaldığını bana anlattığında, bilgili sanan kendisinden bir kez daha bilgeli olduğumu ikna etmiş oluyor. Güçsüz olduğumu düşündüğünde de kendi güçsüz olduğunu fark etmiyor. Felsefeciler, krallar ve söz gelimi, bin bir işlerde boşuna uğraşanlar Tanré’ın lütfu ile küçük memurların ve balıkçıların yapabildiklerini hayal bile edemezler. Bunu düşünen Pavlus, "Tanrı’nın zayıflığı insan gücünden daha güçlüdür" (1. Kor. 1,25) diye haykırıyordu. Bu tümce açık şekilde tanrısaldır. Çünkü oniki yoksul, üstelik cahil, yaşamlarını göl ve nehirlerde geçiren adamın aklından bu gibi bir uğraş geçebilir miydi? Korkak ve endişeli olduklarını, hiç bir şeyi gizlemeden ve kusurlarını örtbas etmeden, yaşamlarını yazan bunu açıkça beyan ediyor. Bu ise öne sürdüklerinin doğruluğunu en iyi şekilde kanıtlamaktadır.

Bu kişi böylece, Mesih bunca mucizeden sonra tutuklandığında tüm Havarilerin kaçtığını reislerinin de Mesih’i inkar ettiğini anlatıyor. Tüm bu insanların Mesih daha hayatta iken, İbranilere karşı koymamaları ve O’nun ölüp toprağa verildikten ve inançsızlara göre dirilmeyip, yani konuşacak durumda olmayıp, başarılı bir şekilde tüm dünyaya karşı koyma gücünü O’ndan almış olmaları nasıl açıklanabilir? Oysa şöyle demeleri gerekmez miydi. Ya şimdi? Kendini kurtaramadığına göre bizi nasıl savunacaktır? Kendini korumaktan yoksunken, ölü olarak bize nasıl yardım edebilir? Yaşamında O, tek bir ülkeyi ele geçirmemişken biz, salt adını anarak tüm dünyayı mı fethedeceğiz? Böyle bir işe girişmek, hatta bunu düşünmek bile çılgınlık olmaz mı?

Belli ki O’nun dirilişini görmemiş olsalardı, gücünün tartışılmaz bir kanıtına sahip olmasalardı, bu denli büyük bir tehlikeye girmezlerdi.

(Yuhanna Alténagézlé, Korint’ lilere Il. Mektup Üstüne Vaazlarından, 12)

Umudum, mutluluğum, şanlı tacım sizlersiniz

"Size yüreğimizi açtık" (II Kor.6, 11). Isı gibi merhamet de genleşme özelliğine sahiptir. Çünkü ateşli ve coşkun bir erdemdir. Pavlus’ un ağzını açtırıp, gönlünü genleştiriyordu. Pavlus’ un gönlünden daha yüce bir gönül yoktu. O da, seven her insan gibi, hiç kimseyi uzak tutmadan, ayırt etmeden tüm inanç sahiplerini derin bir sevgi ile kucaklıyordu. İnanç sahiplerine karşı duyduğu bu sevgi bizi şaşırtmamalı, çünkü sevgisi inançsız olanları da kapsıyordu. Nitekim, "Bu yüzden güvenle, tüm kalbim ve aklımla konuşuyorum" demedi. "Sizi seviyorum" demedi, daha anlamlı bir deyim kullandı: "Ağzımız açıldı ve gönlümüz genleşti, yani hepinizi evrensel bir kucaklaşmada, gönlümün derinliklerinde taşırım. Çünkü sevilen kişi, onu seven gördün derinliklerinde dilediği gibi hareket eder. Bu yüzdendir ki Havari: "Sizden sevgimizi esirgemedik, ama siz bizden sevginizi esirgediniz. Bize ayrı karşılığı verebilmek için çocuklarıma söyler gibi söylüyorum  siz de yüreğinizi açın" (Il. Kor. 6, 12-13) diye doğruluyor. Sevgi ile yumuşatılan ve seven kişilerin özelliğini taşıyan kınamaya dikkat et. Onlara onu sevmediklerini söylemiyor, fakat onun onları sevdiği kadar sevmediklerini açıklıyor. Onları tatlılıkla azarlamak istiyor.

Tek tek mektupların her yerine inanç sahiplerine karşı duyduğu canlı sevgi fark ediliyor. Romalılara şöyle yazıyor "Sizi görebilmek için can atıyorum ve sık sık size gelmeyi düşündüm. Size gelebilmek için bir yol bulabileceğimi umut ediyorum (bk. Rom. 1, 10-11). Galatya’ lılara şunu bildiriyor. "Çocuklarım! Mesih sizde biçimleninceye dek sizin için yine doğum ağrısı çekiyorum (Gal. 4, 19). Efeslilere ise: "Bu nedenle Peder’in önünde sizin için diz çöküyorum" (Ef. 3, 14). Selaniklilere şunu ekliyor: Ümidini, sevincim yada övgü tacım kimdir? Yoksa siz değil misiniz? (bk. Iİ. Sel. 2, 19). Böylece, zincirlerle bağlı bile olsa, onları gönlünde taşıdığını vurguluyor.

Bundan başka Kolose’ lilere şunu yazıyor Sizler ve beni tanımayan gönüllerin tesellisi için ne gibi bir mücadeleyi sürdürdüğümü bilmenizi istiyorum (bk. Kol. 2, 1) ve Selaniklilere: çocuklarına bakan bir dadı gibi, sizi çok sevdiğimizden size salt İncil’i değil de yaşamımızı da vermek isterdik (bk. I. Sel. 2,7-8). Onun için üzülmelerini istemiyor. Yine de tek seven olmayı arzu etmiyor, ruhlarını daha çok etkileyebilmek için onların da onu sevmelerini istiyor. Bu davranışlarından mutluluk duyuyor. Ve temin ediyor Titus geldi ve bana karşı duyduğunuz arzuyu, acıyı ve sevginizi bize bildirdi (bk. II. Kor. 7,7).

(Yuhanna Alténagézlé, Korint’ lilere 11. Mektup Üstüne

Bana verdiğiniz mutluluk öylesine yücedir ki, en büyük acı bile onu gölgeleyemez.

Pavlus, suçlamasının sertliğini yumuşatarak, merhamet hakkındaki konuşmasını sürdürüyor. Sevilmelerine karşın bu sevgiye karşılık vermeyen ve aksine nankörlük edip, kötü kişilere kulak asan Korint’ lileri azarlayıp suçladıktan sonra suçlamasını "Bizi anlayın" (bk. II. Kor. 7, 2), yani bizi sevin demekle yumuşatıyor. Onlardan güçlük yaratmayacak, aksine kendisine değil de onlara yarayacak bir istekte bulunuyor. "Seviniz" demiyor, nefis bir incelikle "anlayın" diyor. Bizi gönüllerinden kim kovdu? diye sorar gibidir. Bizi kim sürdü? Hangi nedenle ruhumuzdan saf dışı edildik? Daha önce "Siz de yüreğinizi açın" (bk. II. Kor. 6, 13) dediğine göre burada aynı şeyi daha açık bir şekilde tekrarlıyor. "Bizi anlayın" deyip yeniden onları kendine çekiyor. Sevilen kişiyi sevgiye en çok iten şey sevilenin de ateşli şekilde karşılık bulma arzusudur.

Ve devam ediyor: "Daha önce söylediğim, yüreğimizde öyle bir yeriniz var ki, sizinle ölürüz de yaşarız da" (II. Kor. 7, 3). Pavlus’ un sevgisinin en yüce ifadesi, hor görünmesine karşın onlarla birlikte yaşamayı ve ölmeyi arzu ediyor. Gönlümüzde yüzeysel olarak, herhangi bir şekilde değil de söylediğim gibi varsınız. Ola ki seven biri tehlike anında kaçmaya kalkar, benim için öyle değildir.

"Teselliyle doluyum" (II. Kor. 7, 4). Hangi teselli bu? Sizden gelen teselli. Doğru yola döndüğünüzde iyiliklerinizle beni teselli ettiniz. İlkin sevilmediği için dert yanmak, sonra ise aşırı şekilde yakınmakla acı çektirmekten korkmak, sevenin özelliğidir. Bu yüzdendir ki, "Teselliyle doluyum, sevimcimin sının yoktur" diye ekliyor.

Başka bir deyimle, sizin yüzünüzden büyük üzüntüler yaşadım; fakat beni çokça ödüllendirdiniz. Bana çok huzur verdiniz; üzüntümün nedenini ortadan kaldırmakla yetinmediniz, bana daha çok mutluluklar verdiniz.

Pavlus ruhunun yüceliğini gösteriyor. Sadece "sevincimin sınırı yoktur" demiyor, fakat "bütün sıkıntılarımız arasında" yı da ekliyor. Bana verdiğiniz mutluluk öylesine yüce ki, en büyük sıkıntı bile onu gölgeleyemez. Aksine öylesine bir şey ki, zenginliğinin coşkunluğu ile bana yüklenen tüm derileri unutturup, beni ezmelerini engelledi.

(Yuhanna Alténagézlé, Romalılara Mektup üstüne Vaazlardan, 15.6)

Tanré’ı seven, kardeşini de sevsin.

Tanré, Oğlu’nu teslim etmiştir. Sen ise senin için teslim edilip öldürülmüş olana bir ekmek parçası bile vermiyorsun.

Peder senin yüzünden gerçek Oğlu olanı esirgememiştir. Sen ise açlıktan ölmekte iken onu görmeden geçiyorsun; ona ait olan servetleri kendin için harcıyorsun.

Bu haksızlıktan daha kötü bir şey olabilir mi? Senin için teslim edildi, senin için öldürüldü, senin için aç bir insanın yaşamını sürdü. Sana yararı dokunması için ona ait olan servetlerinden ver, yine de ona hiçbir şey vermiyorsun.

Pek çok işlerle uğraştıkları için bu şeytansı sertlikle ısrar edenler taşlardan da duygusuz değiller mi? Mesih, haça ve ölüme maruz kalmak için yoksul, yabancı, gezginci ve çıplak olmak, hapse atılmak, bitkinliğin azabını çekmek istedi.

"Senin için acı çektiğimden bana hiçbir şey vermeyeceksen diyor, yoksulluğuma acı. Şayet yoksulluk seni acındırmıyorsa, hastalık ya da tutsaklık seni yumuşatsın; bunların hiçbiri iyiliğini uyandırmıyorsa, alçakgönüllü isteğime olumlu bir yanıt ver. Çünkü senden masraflı şeyler değil, ekmek, bir sığınak, yüreklendirici sözler istiyorum.

Yine de insanlıktan uzaksan, en azından göklerdeki krallık ve sunduğum ödüller yüzünden daha iyi ol. Hiç mi bunları hesaba katmayacaksın?

En azından çıplak olduğumu görerek, doğal şekilde duygulan ve senin için katlandığım haçtaki çıplaklığımı anımsa. İlki seni etkilemiyorsa, yoksulların çıplaklığı yüzünden acısını çektiğim ikincisinin seni etkilemesine izin ver.

O zaman senin yüzünden iplerle bağlandım, şimdi ise eskinin ve bugünün bağları ile etkilenmen ve acımayı kabul etmen için yeniden senin yüzünden bu tekrarlanıyor. Senin yüzünden oruç tuttum; şimdi de bir kez daha senin yüzünden açım. Haçta çivilendiğimde susuzluk çektim; yoksulların aracılığı ile yine susuzluk çekiyorum. Bunlar veya şunlarla seni kendime yaklaştırmak ve kurtuluşun için seni merhametli yapmak istiyorum.

Sayısız iyilikler için bana borçlu olduğundan karşılığını vermeni istiyorum senden. Bir borçludan ister gibi istemiyorum; sana bir velinimetim gibi taç giydirmek ve pek az şeyin karşılığında sana göklerin krallığını vermek istiyorum.

Yoksulluğumu yok et yada "Bana zenginliği ver" demiyorum, her ne kadar senin yüzünden dileniyorsam da salt ekmek, bir giysi, açlığımı giderecek alçakgönüllü bir şeyler istiyorum.

Hapse atıldıysam, bağlarımı çözmeye ve beni oradan çıkartmaya zorlamıyorum seni; tek bir isteğim var: senin yüzünden tutuklu olanı ziyaret et. Bu iyiliğin sana göğü vermem için yeterli olacaktır. Oysa seni çok ciddi bir esaretten kurtardım ama, esir olan beni ziyaret etmen bana yetecek.

Bu olmazsa sana gerektiği gibi taç giydiremem; oysa belirli bir güven içinde tacı alabilmen için borçlu olmak istiyorum.

 

  

31-1-2014 tarihinde yazéldé.

31-1-2014 tarihinde güncellenmiştir.

SAYFA BAŞINA DÖN